11 – Hud

       Hud suresi Mekke döneminde inmiş olup 123 ayettir. 50-60 ayetlerde Hud Peygamberden bahsettiği için sure bu adı almıştır. Hûd suresi hem metot ve üslup bakımından hem de konusu ve muhtevası açısından Yunus suresinin devamı niteliğindedir.
       Sûrede başlıca tevhit, peygamberlik, beş vakit namaz, öldükten sonra dirilme ve ceza konuları ele alınmakta ve bunlar Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Lût, Şuayb ve Mûsâ peygamberlerin kıssalarıyla devam etmektedir. Özellikle Nuh Tufanı hakkında geniş bir yer ayrılan sûrenin son bölümünde isyan ve zulümleri yüzünden helâk edilen kavimlere haksızlık edilmediği, bizzat kendi kötülükleri yüzünden helâke uğradıkları anlatılmaktadır.

       Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
       1-2. Elif-Lam-Ra. (Bu) öyle bir kitaptır ki, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye (aklını işleterek anlamaya çalışanlar için) ayetleri her işi hikmetle yapan, her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından açık ve anlaşılır kılınmıştır. (De ki:) “Şüphesiz ben, O’nun tarafından size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” Elif-Lam-Ra harfleriyle ilgili 2/1 dipnotuna bakabilirsiniz.
       3. “Rabbinizden af dileyiniz, tevbe ile O’na yöneliniz ki, belirli bir sürenin sonuna kadar sizi güzel bir geçimle faydalandırsın ve her erdemli kişiye erdemli davranışlarının karşılığını versin. Eğer (imandan) yüz çevirirseniz, elbette ben sizin için büyük günün azabından korkarım.” Bkz. 16/97

       “Rabbinizden af dileyin!” Yani yaptığınız yanlışın bir saygısızlık aynı zamanda kendinize bir zulüm olduğunu bilin, kalbinizle ve dilinizle samimi bir şekilde bağışlanma dileyin. A. İmran 3/135’te erdemli insanlardan bahsederken “Onlar fena bir şey yaptıklarında veya (günah işleyerek) kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak günahlarının bağışlanmasını dilerler” buyruluyor.
       “Tevbe ile O’na yönelin!” Bağışlanma diledikten sonra yaptığınız kötü şeylerden vazgeçin ve onları bir daha yapmamaya kararlı olduğunuzu gösterin. Allah’la aranıza birilerini sokuyorsanız aklınızı başınıza devşirin, yalan söylüyorsanız bırakın, hak yiyorsanız vazgeçin, çalıyorsanız kendinize gelin.

       4. Dönüşünüz yalnız Allah’adır. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
       5. İyi bilin ki o inkârcılar, göğüslerini bükerek haktan yan çizer, böylece resulden gizlenmek isterler. Yine iyi bilin ki, (gecenin zifiri karanlığında) elbiselerine büründükleri zaman bile (Allah, onların) gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü O, (her şeyle beraber) kalplerin en mahrem sırlarını dahi bilendir.

       Arapça ’da “göğüs bükmek”, mecaz ve kinaye olarak; sırtını dönmek, yan çizip kaçınmak ve dıştan iyi görünüp içinden iki yüzlülük etmek demektir. “İnkârcıların Allah’tan gelen hakikat karşısında eğilip bükülerek yan çizmesi” söylemi, Hz. peygambere olan kinlerini, kıskançlıklarını, düşmanlıklarını gizli tutmalarını anlatmakta ve gelen çağrıya kulak vermede isteksiz olduklarını mecazî bir anlatımla dile getirmektedir.

       6. Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı (dâbbe) yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. (Allah) onların (dünyada) yerleştikleri yeri de (öldüklerinde) kalacakları yeri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (bilgi işlem merkezinde, Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır. Bkz. 2/44, 6/59, 29/17

       “Dabbe” kelimesi insan da dâhil bütün canlıları kapsamaktadır. Kelime anlamı debelenen, hareket eden canlı demektir. Yeryüzündeki canlıların tür olarak sayısını bilmek mümkün değildir. Her türden ne kadar canlının hangi şartlarda ve nerede yaşadığını bilmek de imkânsızdır. Bütün bu canlıların yaşadığı yerleri, ne ile besleneceklerini, ölecekleri zamanları ve öldükten sonra bekletilecekleri geçici mekânları bilen sadece Allah’tır. Ve bütün bunlar Levh-i Mahfuz’da (Allah’ın yasasında-Bilgi işlem merkezinde) kayıtlıdır. Levh-i Mahfuz ve orada her şeyin kayıtlı olması gibi konular, insan idrakini aşan ve insanın havsalasının alamayacağı konulardır ki bu konularda kesin bir şey söylemek ve iddiacı olmak asla doğru değildir.
       İnsandan başka diğer canlıların da öldükten sonra bekletildikleri yer olduğuna göre demek onlar da tıpkı insanlar gibi yeniden dirilecektir. Nitekim En’am 6/38. ayetine bütün canlılardan bahsedilirken son cümlede; “…Onlar da Rablerinin huzurunda toplanacaklardır…” buyrulmaktadır. Bu da mahiyetini bilemediğimiz bir şekilde onların da yeniden dirileceğini göstermektedir. Ayrıca Kur’an’da insanın dışındaki canlıların toprak olup gideceğini gösteren herhangi bir ayet de yoktur.

       7. O, hanginizin davranışlarının daha güzel olacağı konusunda sizi imtihan etmek için, Arş’ı henüz su üzerinde iken gökleri ve yeri altı evrede/aşamada yaratandır. Böyle iken sen onlara: “Ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz” desen, o inkârcılar: “Mutlaka bu, apaçık bir büyüdür” derler. Bkz. 18/7, 21/35, 41/11-12, 67/2

       “Arşı henüz su üzerinde iken” deyimi: henüz varlık alemi yaratılmadan anlamındadır. Yaratılıştaki muhteşemliğe ve Rabbimizin sonsuz kudret ve gücüne vurgu yapmak maksadıyla kullanılan bir metafor olarak anlayabiliriz.

       8. Şayet azabı onlardan sayılı bir zaman/süreye kadar geciktirecek olsak: “Onu engelleyip alıkoyan nedir?” diyecekler. Bilin ki azap onlara geldiği gün, artık kendilerinden çevrilecek değildir ve alaya aldıkları şey onları iyiden iyiye kuşatacaktır.

       “Ümmet” kelimesi bu ayette zaman, süre; Nahl 16/20’de hayırlı adam, erdemli kişi; Kasas 28/23’te, topluluk, kalabalık; Zuhruf: 43/22’de ise din anlamlarına gelir.

       9. Bunun gibi, insana katımızdan (zenginlik, huzur, sağlık gibi) bir rahmet tattırsak, sonra da (imtihan olarak) onu kendisinden çekip alsak, muhakkak o, (önceki lütfumuzu gözardı eden) çok ümitsiz ve çok nankör bir kimse olur.
       10. Ve yine Andolsun ki, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona bir nimet tattırsak, o zaman da; “kötülükler benden gidiverdi” der ve (bir daha sıkıntıya düşmeyecekmiş gibi hemen böbürlenir). Çünkü o, şımarıktır, kibirlidir.
       11. Ancak sabreden ve güzel işler yapanlar bundan müstesnadır. İşte onlar için hem bir bağışlanma ve hem de büyük bir ödül vardır.
       12. Şimdi (Ey Resul! Sırf inkârcılar hoşlanmıyor ve) onların “Niçin o’na (gökten) bir hazine inmedi” ya da “(neden) kendisiyle birlikte bir melek gelmedi?” diye söylenmelerinden ötürü yüreğin daralıyor. Bunun için sana vahyedilen mesajın bir bölümünü onlara duyurmaktan vaz geçebilirsin (asla böyle yapma! Unutma ki,) sen sadece bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir (herkese layık olduğu neticeyi verendir). Bkz. 15/97, 25/7-8

       Belki inanırlar diye gelen vahyin işlerine gelmeyen bir bölümünü onlara duyurmaktan sakın vaz geçme! Zira senin görevin onları imana getirmek değil, doğru yolu onlara göstermektir. Onlar ister inanırlar kurtuluşa ererler, isterse karşı çıkarlar bedelini öderler, sen sadece bir uyarıcısın.

       13. Yoksa Kur’an’ı kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın ve siz de onun gibi uydurma on sure getirin.” Bkz. 2/23, 10/38, 17/88

       Burada inkârcılardan, Kur’an’daki ilahi metinler ayarında on sûreye denk gelebilecek bir eser ortaya koymaları isteniyor. Onlar bunu yapamayınca, Bakara 2/23 ve Yunus 10/38. âyetlerinde olduğu gibi belagat ve tesirde onun ayarında herhangi bir sûre getirmeleri isteniyor. Üstelik getirecekleri bu çalışmanın illa da hakikat ifade eden bir eser olması gerekmiyor, uydurma bir çalışma da olabilir yeter ki belagat ve fesahat bakımından eşit durumda olabilsin. Kur’an’ı Muhammed uyduruyorsa, onu susturmak için bundan daha büyük fırsat mı olur? Sizler güzel edebiyat yapan, şiirler yazan söz ustaları değil misiniz? İşte size fırsat! Onun uydurduğunu iddia ettiğiniz herhangi bir sûre gibi bir ya da birkaç sûre yazacaksınız, olup bitecek.

       14. Eğer size cevap veremiyorlarsa, bilin ki, o (Kur’an) ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde, “şimdi artık O’na teslim olacak mısınız?”
       15. Kim (sadece) dünya hayatını ve lüksünü ararsa, yaptıklarının karşılığını orada tam öderiz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. Bkz. 17/18, 42/20

       Sadece dünyaya ve dünyalıklara odaklanmış ve âhiret hayatı diye bir derdi olmayan kimseler, çabalarının karşılığında dünyanın malını, zenginliğini, makamını, şöhretini, gösterişini alacaklar. Zira Allah, kullarının istediklerinin karşılığını çalıştıklarından aşağı olmamak üzere verendir. Ancak bu, onların her istediklerinin tamamını alacakları anlamına gelmez. “Kim geçici dünyanın mutluluğunu isterse dilediğimiz kimselere orada dilediğimiz kadar geçici nimet veririz.” (İsra 17/18), “…Kim dünya kazancını isterse, ona istediğinden veririz, fakat (sadece dünyayı isteyenin) ahirette hiçbir payı yoktur.” (Şura 43/20)

       16. İşte bunlar kendileri için ahirette ateşten başka bir şey olmayan kimselerdir. Onların orada (dünyada) bütün yaptıkları boşa çıkmıştır ve zaten bütün yaptıkları da dünyalık değersiz şeylerdir.
       17. Rabbi tarafından gönderilen kesin delile (Kur’an’a) dayanan, ayrıca da o delili destekleyen daha önce de rehber ve rahmet olarak gönderilmiş Musa’nın kitabı ile tasdik edilen kimse, yalnız dünya hayatını arzu eden gibi olur mu? İşte bu kesin delile dayananlar Kur’an’a iman ederler. Hangi toplum onu inkâr ederse, onun yeri ateştir. O Kur’an’dan hiç kuşkun olmasın! Muhakkak o, Rabbinden gelen gerçektir. Fakat insanların çoğu inanmazlar. Bkz. 61/6, 7/157

       Burada Allah’ın kitabı olan Kur’an’la hayatını dizayn eden kimselerin tanıklığı ve Hz. Musa’ya gönderilen Tevrat’ın da tasdiki ile peygamberliği kanıtlanmış olan Hz. Muhammed’le bunları inkâr eden ve sadece dünyayı düşünen bir inkârcının karşılaşacakları muamele bakımından eşit olamayacağı anlatılmaktadır.

       18. Yalan düzerek Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir? İşte bunlar Rablerine sunulacaklar. Ve şahitler de: “Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır” diyecekler. Biliniz ki, Allah’ın lâneti zalimler üzerinedir.

       Ayette geçen “şahitler” ifadesiyle; insanların yapıp-ettiklerini kaydeden meleklerin işaret edildiğini düşünebileceğimiz gibi, Ahirette gönderildikleri ve görevlendirildikleri toplum için tanık olarak şahitliğe çağrılacak olan peygamberlerin ima edildiğini de söyleyebiliriz.

       19. O zalimler ki, başkalarını Allah’ın yolundan alıkoyarlar ve onu eğri, dolambaçlı bir yol olarak göstermeye çalışırlar; ahiret hayatını yok sayan zaten onlardır.

       Allah’ın yolu en doğru yol olmasına rağmen, zalimler insanları o yoldan alıkoymak için onu eğri, kendi yollarını doğru gösterirler. Hele ölümden sonraki Allah’ın nihai yargısına ve ahiret hayatına asla inanmazlar. Oysa evreni ve onda harikalar halinde müşahede edilen hayat olgusunu yaratan ve yarattıklarını besleyen, terbiye eden, yaşatan Allah’ın, yeni bir yaratma hamlesiyle insanları ölümden sonra diriltmeye ve dünyada yaptıklarına göre ahirette yargılamaya ve yargıladıktan sonra durumlarına göre yerleştirmeye gücü yetmez mi?

       20. Bunlar yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakacak değillerdir (Allah’ın yapacaklarına engel olamayacaklardır) ve Allah’ tan başka (kendilerini kurtarabilecek) dostları da yoktur. Onların azabı katlanacaktır. Çünkü onlar (İlahi hakikatleri) işitmeye tahammül edemiyorlardı ve gerçeği görmemekte direniyorlardı.

       “Onların azabı katlanacaktır” ifadesi yaptıklarıyla orantılıdır. Kötülüğün cezasının yapılan eylemle mütenasip olarak verileceği Yunus 10/27 ve Şûra 42/40 ayetlerinde belirtilmiştir. Ancak âhiret hayatını yok sayanlar, Allah’ın yolunu eğri ve dolambaçlı göstererek doğru yoldan ne kadar insanın uzaklaşmasına vesile olmuşlarsa kendilerine o oranda ceza verilecektir. Nahl suresi 16/25’te buyrulduğu gibi “hem kendi günahlarını tümü ile hem de bilgisizce sapıklığa sürükledikleri kimselerin günahlarının bir bölümünü yüklenirler.” Yani, hem kendileri Hak yoldan saptığı için, hem de yaptıkları eylemlerle ve ortaya koydukları kötü örneklikle başkalarını saptırdıkları için ilave azap görürler. “Kim bir iyiliğe aracılık ederse kendisi için ondan bir pay/sevap var. Kim de bir kötülüğe aracılık ederse, kendisi için ondan bir pay/vebal vardır. Allah her şeyi gözetip karşılığını verendir.” (Nisa 4/85)

       21. Onlar kendilerine yazık etmiş olan kimselerdir. Ve uydurdukları (kuruntu ilahları) da kendilerinden yüz çevirip gidecektir. Bkz. 2/166, 19/81-82, 29/25, 46/6

       Kur’an putçuluğun her türlüsüne karşı çıkar ve putlara tapmanın kötülüğünü bütün ayrıntılarıyla ortaya koyar. Put, sadece tapılan birtakım maddi nesneler değil, kişinin Allah’ın dışında hayatının amacı olarak gördüğü maddi ve manevi her şeydir. Modern bir ev, lüks bir araba, şatafatlı bir hayat, çekici bir meslek, dikkat toplayan bir makam, kıskandıran zenginlik eğer yaşam amacına dönüşmüşse putçuluk hortlamış demektir. İlahlaştırmanın her türlüsü insanın kendi kendisine uydurduğu ve kendisini de inandırarak kandırdığı bir yalandır. “Onlar, kendileri için bir şeref, kuvvet ve statü (kaynağı) olsunlar diye, Allah’tan başkalarını ilâhlar edindiler.” (Meryem 19/81) “Sizler dünya hayatında birbirinizin hatırı için Allah’ı bir yana bırakarak putları ilah edindiniz.” (Ankebût 29/25)

       22. Hiç şüphesiz ahirette de en büyük kayba uğrayanlar bunlar olacaktır.
       23. İnanan, dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan ve Rablerine karşı alçak gönüllülükle boyun eğen kimseler; işte onlar da cennet halkıdır ve sonsuza dek orada kalacaklardır.
       24. Bu iki grubun durumu, kör ve sağır olan kimseyle gören ve işiten kimsenin durumu gibidir. (Ne dersiniz,) bu ikisinin durumu hiç eşit olur mu? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?
       25. Andolsun, biz Nuh’u kavmine (nebi olarak) göndermiştik. Onlara şöyle demişti: “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”
       26. “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Doğrusu ben, hakkınızda acıklı bir günün azabından korkuyorum.”
       27. Bunun üzerine kavminden inkârcıların elebaşları şöyle demişlerdi: “Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. İçimizden sana uyanların da aşağı tabakadan bir takım (dar görüşlü) insanlar olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla, sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü görmüyoruz. Aksine, sizin yalancı kimseler olduğunuz kanaatindeyiz.”
       28. Nuh dedi ki: “Ey Kavmim! Söyleyin bakalım; şayet ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem ve O, kendi katından bana bir rahmet (kitap, peygamberlik, mucize) vermiş de siz ona karşı kör kalmışsanız, o rahmeti istemediğiniz hâlde, biz sizi ona zorlayabilir miyiz?”
       29. “Ey kavmim! Bu uyarı çabalarıma karşılık sizden maddi bir karşılık istemiyorum, benim hizmetimin karşılığını verecek olan Allah’tır. İnananları yanımdan kovacak değilim, çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat sizin gerçeklerden habersiz bir toplum olduğunuzu görüyorum.” Bkz. 6/52-53, 10/72, 26/111

       “İnananları yanımdan kovacak değilim” ifadesi, inkârcıların Hz. Nuh’a ashabının aşağı sınıftan kimselerden oluştuğunu ve bunları etrafından uzaklaştırdığı takdirde belki kendisine kulak verebileceklerini îma edenlere karşı “böyle bir şey asla yapmam” anlamında bir söylemdir.
       Aynı durum Hz. Peygamber’le Kureyş müşrikleri arasında yaşanmıştı. Hz. Peygamber Suhayb, Ammar, Selman ve Bilal gibi fakir Müslümanlarla beraberken müşrikler; “biz bunlarla beraber mi oturup kalkacağız? Bunları yanından uzaklaştırırsan belki sana kulak veririz,” demişlerdi. Bunun üzerine, “Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek, O’na yalvaranları kovma! Onların hesabından sana bir sorumluluk, senin hesabından da onlara bir sorumluk yok ki, onları kovup da zalimlerden olasın!” (En’am 6/52) ayeti nazil oldu.

       30. “Ey kavmim! Eğer ben inananları yanımdan kovarsam, beni Allah’tan kim koruyabilir? Hiç düşünmüyor musunuz?”
       31. “Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum, insanın duyu ve algı alanının ötesini bilirim de (demiyorum), bir melek olduğumu da söylemiyorum; sizin o hor gördüğünüz (tertemiz) kimselere Allah’ın bir hayır ulaştırmayacağını ise zaten söyleyemem, çünkü onların kalplerinde olan (iman ve samimiyeti) en iyi bilen Allah’tır. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben de zalimlerden olurum. Bkz. 6/50

       İnanmayanlara karşı Hz. Nuh örnek bir tavır sergiliyor. Kendisinin halkından bir farkı olmadığını, insanların bilemeyeceği şeyleri kendisinin de bilemeyeceğini, melekler gibi olağanüstü yetenekleri de olmadığını, hidayetin tamamen Allah’ın takdirinde ve insanların kendi iradesinde olduğunu dile getiriyor.

       32. “Ey Nuh! Bizimle çekişip durdun, bu çekişmede ileri de gittin. (Yeter artık,) eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bizi tehdit edip durduğun o azabı getir de görelim” dediler.
       33. Nuh: “(Bu benim elimde değil ki,) onu size, dilerse ancak Allah getirir ve siz de buna (asla) engel olamazsınız” dedi.

       Yani Allah dilemedikçe ben size ne azap getirebilirim ne hidayetinizi sağlayabilirim ne de mucize gösterebilirim. Ben sadece, dünya ve âhirette kurtuluşunuzu sağlayacak hayat prensiplerini Allah’ın bana bildirdiği şekilde size tebliğ eden bir elçiyim.

       34. Ben size nasihat etsem de eğer Allah (inadınız ve yaptıklarınız yüzünden) sizi sapıklıkta bırakacaksa, nasihatim de size fayda vermeyecektir. Zira O, sizin Rabbinizdir ve hepiniz (sonunda hesap vermek ve hayatınıza kaldığınız yerden devam etmek üzere) O’nun huzurunda çıkarılacaksınız.

       “De k; ‘Hak, Rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin’…” (Kehf 18/29) Yani “siz inkâr etmeyi dilemişseniz Rabbim size ne yapsın! Benim nasihatlerim sizi doğru yola nasıl getirsin? Siz önce kendinizi değiştirmeye karar vermelisiniz”. “Bir toplum, tutumunu değiştirmedikçe Allah o toplumun konumunu değiştirmez!” (Ra’d 13/11)

       35. (Ey Resul!) Yoksa o (Nuh’un kıssası)nı, “kendisi mi uydurdu” diyorlar? (Onlara) de ki: “Eğer onu ben uydurduysam, günahım bana aittir. Ama ben, sizlerin suç olarak işlediklerinizden uzağım.”

       Bu âyet, ehemmiyetine binaen Hz. Nûh kıssasını anlatan ayetlerin arasına yerleştirilmiş tek bir cümledir. “Onu ben uydurduysam günahı bana aittir” yani “beni yalancılıkta itham etmeniz sizin Allah’a karşı olan sorumluluğunuzu ortadan kaldırmaz. Ayrıca benim yalan söylemeyen bir kişi olduğumu da çok iyi biliyorsunuz.”

       36. Nuh’a vahyolundu ki: “Kavminden (şimdiye kadar sana) iman etmiş kimselerden başkası, (artık asla sana) inanmayacak. O halde sen, onların yaptıklarından dolayı üzülme!”
       37. “Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkında (kurtulmaları için) benden bir istekte bulunma! Çünkü onlar (suda) boğulacaklardır.”

       Ayetin ilk cümlesinden anlıyoruz ki; kim ve hangi şartlarda olursa olsun insan Allah’ın elçisi de olsa ve Hak din için yola çıkmış da bulunsa insan olarak dünyalık bütün şartları yerine getirmeli ve ondan sonra güvenini kaybetmeden olayların neticesini Allah’a havale etmelidir. Ali İmran 3/153’te buyrulduğu gibi “Bir işi yapmaya azmettiğin zaman Allah’a güven.” Buradaki “güven/tevekkül” işe niyet edip koyulduktan sonradır. Hz. Nuh Allah’ın gözetiminde gemiyi yapıyor ve ondan sonra yola koyuluyor. “Allah’ım bana bir gemi yap da onunla hayatta kalalım” demiyor.

       38. Nuh gemiyi yapıyordu, kavminden birtakım ileri gelen (inkârcı)lar ise, yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. (Nuh onlara) dedi ki: “Siz bizimle alay ediyorsunuz (olsun bakalım. Şunu iyi bilin ki;) siz (şimdi bizimle) nasıl alay ediyorsanız, (vakti gelince) biz de sizinle (öyle) alay edeceğiz.”

       Allah’ın gözetiminde Hz. Nuh’un gemi yapması da aslında bir mucizedir. Yanına gelen inkârcıların Hz. Nuh’un yaptıklarına ve söylediklerine bakarak onunla alay etmesi, onların daha önceden böyle bir şeye tanık olmadığını ortaya koyuyor. Bir sonraki ayette “yakında göreceksiniz” söylemi de inkârcıların Hz. Nuh’un anlattıklarının ve yaptıklarının boş ve manasız olduğu yönündeki menfi kanaatlerini ve inançsızlıklarını gösteriyor.

       39. “Artık yakında siz de öğreneceksiniz, (dünya hayatında) alçaltıcı azabın kime geleceğini ve (ahirette) sürekli azabın kime ineceğini.”
       40. Sonunda emrimiz gereği sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh’a dedik ki: “Her cins hayvandan birer çift al ve (boğulacaklarına dair) haklarında hüküm verilmiş olanlar dışında aileni ve iman edenleri gemiye bindir!” Zaten onunla birlikte iman edenlerin sayısı pek azdı. Bkz. 3/7, 23/27, 26/119-121, 54/11-14
       41. (Nuh) dedi ki: “Haydi, ona binin artık. (Bu geminin) yürümesi de durması da Allah’ın adıyla/yardımıyladır. Doğrusu, benim Rabbim gerçekten bağışlayandır, merhamet edendir.”

       “Onun yürümesi Allah’ın adıyladır” yani bu gemi, Allah’ın emriyle hareket edecek, O’nun lütuf ve inayeti sayesinde azgın suların dalgalarına dayanabilecek ve bu gemide bulunanlar kurtularak Allah’ın rızası istikametinde hayatlarına devam edeceklerdir.

       42. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna: “Yavrucuğum, bizimle beraber sen de bin, inkârcılarla birlikte olma!” diye seslendi.
       43. O: “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nuh: “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Ve tam o anda aralarında bir dalga yükseldi ve (oğul) boğulup gidenlerin arasına karıştı.
       44. Bir süre sonra yere: “Ey yer, suyunu yut” ve göğe: “Ey gök, yağmurunu tut” denildi. Bunun üzerine sular çekildi, Allah’ın emri gerçekleşti ve gemi Cudi’ye oturdu. Bu sırada: “Kahrolsun zalimler topluluğu!” diye bir ses duyuldu.

       Nuh tufanı, öyle söylendiği gibi bütün bir yeryüzünü ihtiva eden bir tufan değil, Hz. Nuh’un davetine muhatap olanları kapsayan bölgesel bir tufandır. Suriye ve Irak’ın birleştiği yerde yani Mezopotamya’da yaşayan bir peygambere halkı iman etmedi diye dünyanın diğer yerlerinde yaşayan insanlara Allah’ın tufanı yaşatması düşünülemez. Zira Allah elçi göndermediği toplumlara asla azap etmez. “Biz bir peygamber göndermedikçe, hiçbir topluluğa azap etmeyiz.” (İsra 17/15)
       Ayette geçen “Cûdi” sözcüğü “engince bir dağ” demektir. “Cûdi” ile ilgili çok farklı rivayetler vardır. Bazıları “Ağrı Dağı”, bazıları Musul civarında bir dağ olarak yorum yapsa da bu dağın nerede olduğu bizim için çok önemli değil. Esas olan Nuh Tufan’ının verdiği mesajdır ve bu mesajdan alınan derstir.

       45. Nuh, Rabbine niyaz edip şöyle dedi: “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vadin elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.”

       Hz. Nuh; “oğlum ailemdendir” demekle Allah’a vaadini hatırlatarak oğlunu boğulmaktan kurtaracağını düşünmüş. Ama ileriki ayetlerde de görüleceği gibi aile olmak için bir insanın sulbünden meydana gelmek yani biyolojik bağlılık ve aynı hanede yaşamak yetmiyor. İman ve mantalite birliğinin de olması gerekiyor. Demek iman kardeşliği bizim anladığımız manada biyolojik kardeşlikten çok daha önemlidir.

       46. (Allah) buyurdu ki: “Ey Nuh! O (oğlun isyan ettiği için) senin ailenden değildir. Çünkü o kötü işler yaptı. İçyüzünü bilmediğin bir şeyi yapmamı benden isteme! Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.”

       Burada aslında zımnen ırkçılığa da bir atıf vardır. Hangi ırktan ve soydan gelirse gelsin insan, tevhid çatısı altında iman birliği olmadıkça gerçek kardeşlik olamaz.
       
       47. “(Nuh) Ey Rabbim! Senden, hakkında bilgi sahibi olmadığım herhangi bir şey istemekten sana sığınırım! Eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan, şüphesiz kaybedenlerden olurum!” dedi.

       48. (Ona) denildi ki: “Ey Nuh! Sana ve seninle birlikte olanların soyundan gelecek toplumlara (ümmetlere) Bizim katımızdan bir esenlik ve bereketle (gemiden) in. Daha birtakım ümmetler de olacak ki, biz onları (dünyada) yararlandıracağız. Sonra da bizden kendilerine (inanmayanlara) elem dolu bir azap dokunacak.” Bkz. 2/38
       49. Bütün bunlar sana vahyettiğimiz bilinmedik haberlerdendir ki bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O hâlde sabret ve unutma ki, iyi sonuç mutlaka Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanların olacaktır. Bkz. 3/44, 28/46, 40/51

       Hz. Nûh kıssası, daha önceki zamanlarda da biliniyordu. Ancak dilden dile aktarılarak gelen kıssa Kur’an’da anlatıldığı kadar mesaj içerikli, doğru ve insicamlı değildi. Ayette geçen “Bütün bunlar sana vahyettiğimiz bilinmedik haberlerdendir” ifadesi, aynı zamanda Kur’an’ın diğer sûrelerinde anlatılan ve anlatılacak olan öteki peygamber kıssalarını da işaret etmektedir. Kur’an’daki tarihsel referansların, peygamber kıssalarının tümünde sıkça görülen mesajlar ve değerler genel bir ahlaki muhteva taşımaktadır ve bütün zamanlar ve şartlar için geçerlidir.

       50. Ad (kavmin)e de kardeşleri Hud’u (nebi olarak gönderdik). Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Siz sadece iftira edip duruyorsunuz.”

       Hz. Hud, Nuh Peygamberin oğlu Sâm’ın soyundan gelmektedir. Yemen’de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkâf diyarında doğup büyüdü. Âd kavmine peygamber olarak geldi. Hz. Nuh’un torunlarından biri olan Âd’ın soyundan gelen insanlara Âd kavmi denmektedir. Nuh tufanından sonra putperestlik yapmaya başlayan ilk kavim Âd kavmidir. Bu sebeple Hz. Hud bu topluma peygamber olarak gönderilmiştir.

       51. “Ey kavmim! Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim (hizmetimin karşılığı), ancak beni yaratana aittir. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
       52. “Ey kavmim, Rabbinizden af dileyiniz, arkasından O’na tevbe ediniz ki, size gökten bolca rahmet ve bereket göndersin ve gücünüze güç katsın. Artık siz de günahkârlar olarak (Allah’tan) yüz çevirmeyin!” Bkz. 71/11

       Yaratılış safiyetinden uzaklaştığınızı, insanlığa karşı yanlış tavırlar içinde olduğunuzu Allah’a karşı itiraf ederek, O’nun gerçek Rabbiniz olduğunu dile getirin. Arkasından tevbe ederek kötü alışkanlıklarınızı tekrarlamayacağınıza ve günah işlemeye devam etmeyeceğinize dair O’na söz verin ve bu konuda erdemli bir duruş sergileyin.

       53. (Onlar da) dediler ki: “Ey Hud! Sen bize (peygamberliğini kanıtlayacak ve bizi inanmaya ikna edecek türden) açık bir mucize getirmedin. (Bu durumda) biz (sırf) senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve (boşuna ümitlenme) biz sana asla inanmayacağız!”
       54-55. Bizim sana sözümüz ancak şudur: “Tanrılarımızdan bir kısmı seni fena halde çarpmıştır.” (Bunun üzerine Hud) dedi ki: “Ben, Allah’ı şahit tutuyorum ve siz de şahit olun ki, ben sizin Allah’ı bırakıp da O’na ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Haydi, hepiniz toptan bana tuzak kurun, sonra da (elinizden gelirse) bana göz açtırmayın.”
56. “İşte ben hem benim hem de sizin Rabbiniz olan Allah’a güvendim. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş (onu denetimine almış) olmasın. Şüphesiz ki benim Rabbim dosdoğru bir yoldadır (hüküm ve tasarrufunda en doğruyu yapandır).” Bkz. 10/71

       Araplarda “bir şeyi perçeminden tutmak” onu hakimiyetine almak, bütün hareketlerini kontrol etmek anlamında kullanılmaktadır.
       “Allah’ın, her varlığın perçeminden tutması” ile bütün canlıların Allah’ın kudret ve iradesi altında bulunduğu, onları dilediği gibi yönettiği, bu konudaki tasarrufun sadece O’nun elinde olduğu vahyin güzel üslubuyla anlatılmaktadır.
       “Allah’ın dosdoğru yolda olması” ise; hatadan ve yanlışlıktan münezzeh olan Allah’ın yaptığı her şeyin güzel ve doğru olması, her şeyi yapmaya kadir olduğu halde ilkeli davranarak adaletten şaşmaması ve hiçbir canlıya haksızlık etmemesidir.

       57. “Eğer yüz çevirirseniz (sonucuna da katlanırsınız). Bilin ki, benimle gönderilen (ilâhî buyrukları) ben size bildirdim (artık benim yapacak bir şeyim yok). Rabbim (dilerse sizi yok eder), yerinize sizin dışınızda başka bir kavmi getirir de siz O’na hiçbir şekilde (karşı koyamaz ve) zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyi gözetip koruyandır” dedi.

       Yani Allah’ın sizi yok edip sizin yerinize başkalarını getirmesi ve onların sizin topraklarınıza egemen olması O’nun için zor bir şey değil, sizin için rahmeti ilke edinen ve bunun gereği olarak da size peygamber ve vahiy gönderen Allah için siz vazgeçilmez değilsiniz.

       58. Ve nihayet, (azap) emrimiz gelince (zalimleri helâk ettik), Hud’u ve onunla aynı inancı paylaşanları katımızdan bir koruma lütfuyla kurtardık; ayrıca kendilerini (ahiretteki) ağır ve zorlu azaptan (da) koruduk.
       59. İşte Ad (kavminin sonu böyle oldu. Çünkü onlar). Rablerinin ayetlerini inkâr ettiler, (O’nun) peygamberlerine isyan ettiler ve nerde (Allah’tan yüz çevirmiş) inatçı zorba varsa, onun peşinden gittiler.
       60. Onlar hem bu dünyada hem de kıyamet gününde Allah’ın lânetine uğradılar. Bakın, işte Rablerini ısrarla inkâr eden işte bu Âd (kavmi) idi. Unutmayın ki; Hud’un kavmi Âd (tarih sahnesinden) işte böyle yok olup gitti. Bkz. 53/50

       Ad kavminin helakiyle ilgili Hakka suresinin 6 ve 7. ayetlerine bakabilirsiniz. Bu ayetlerde Ad kavminin sonu çok ibretli bir tablo halinde sergilenmektedir. Sekiz gün, yedi gece devam eden şiddetli bir kasırga ile felakete uğrayan bu toplum içi boş hurma kütükleri gibi yerlere yığılıp kalmıştır.

       61. Semûd (kavmine) de kardeşleri Salih’i (nebi olarak) gönderdik. (Salih onlara:) “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. O’dur sizi yerden (topraktan) yaratan ve oranın imarında görevli kılan. Af dileyin O’ndan, sonra da O’na tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim (kullarına) çok yakındır, (dualarını) kabul edendir.”

       “Semûd kavmi”, Âd kavminden Hz. Hûd’un peygamberliğini kabul eden ve bu şekilde Allah’ın gazabından kurtularak hayatta kalmayı başaran kavimlerden biridir. Bunlara “ikinci Âd” kavmi de denmektedir. Hûd’un kavmi ile bu toplumu birbirinden ayırt etmek için 60. ayette Âd kavminden bahsederken özellikle “Hûd’un Kavmi Âd” diye vurgu yapılmıştır. Semûd Kavminin, Hicaz ile Şam arasındaki Vadi el-Kura ve çevresinde yaşadıkları rivayet edilir. Kendilerine aynı kavme mensup olan Hz. Salih peygamber olarak gelmiştir.

       62. Dediler ki: “Ey Salih, bundan önce sen içimizde sevilen sayılan (güvenilir) bir adamdın. Atalarımızın taptığı şeylere tapmamızdan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.”
       63. (Salih) dedi ki: “Ey kavmim! Söyleyin bakayım, eğer ben Rabbim tarafından apaçık bir delil üzerindeysem ve bana kendi katından bir rahmet vermişse, ben Allah’a isyan ettiğim takdirde, beni ondan kim kurtarabilir? Demek ki, siz bana zarar vermekten başka bir şey yapmayacaksınız.” Bkz. 7/78, 26/157

       Yani “Rabbimden apaçık bir delil ile gelmişsem yine de atalarınızın dininden mi bahsedeceksiniz?” Dikkat edilirse peygamberlerin en çok çektiği atalar dini yani geleneksel anlayış ve muhafazakarlık olmuştur. Hemen her peygambere yapılan ilk çıkış “neden bizi atalarımızın dininden vazgeçirmeye çalışıyorsun” olmuştur. Bugün en çok müntesibi bulunan din hangisidir diye sorsalar, hiç şüphesiz bu din atalar dinidir derim. Bu din, ana-baba, nine-dede, yakın akraba, konu komşu, imam öğretmen, hacı hoca, şeyh molla gibi kimselerin anlattıkları üzerine kurulmuştur. Onun için Kur’an ayetleri, insana kendisini yaratıcısı karşısında sorumlu kılan ve onun seçme yeteneğinin kaynağını oluşturan aklını kullanarak atalar dinini sorgulamasını, araştırmasını ve vahiy süzgecinden geçirmesini emreder.

       64. “Ey kavmim! İşte size mucize olarak Allah’ın gönderdiği dişi bir deve! Bırakın onu da Allah’ın arzında otlasın. Ona kötü maksatla dokunmayın! Yoksa çok geçmez sizi bir azap yakalayıverir.” Bkz. 7/73 ve dipnotu, 17/59, 26/155, 54/27-82

       Hz. Salih’in kavmi kendisinden mucize olarak Allah’ın kendilerine dişi bir deve göndermesini istemişti. Bunun üzerine Allah mucize olarak onlara bir deve göndermişti. Buna rağmen kavminden çoğu yine iman etmemişti. Üstelik Salih Peygamber’in deveyi kesmeme konusundaki uyarılarına rağmen onu keserek isyanlarını ikiye katlamışlardı. Daha sonra da Allah kendilerini çok feci bir şekilde helak etmiştir. Bu konuda daha geniş malumat için A’râf 7/73 dipnotuna da bakabilirsiniz.

       65. Derken (Semûd halkının ileri gelenleri) onu kestiler. Bunun üzerine (Salih) dedi ki: (İşte bu olay sonunuzu getirdi!) “Yurdunuzda üç gün daha yaşayın bakalım! (Sonra helâk olacaksınız!) İşte bu, yalanlanamayacak bir tehdittir!”
       66. Ve derken, (azap) emrimiz geldiğinde Salih’i ve beraberindeki iman etmiş olanları tarafımızdan bir rahmetle helâk olmaktan ve o günün rezilliğinden kurtardık. Şüphesiz Rabbin mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
        67. O zulmedenleri ise, korkunç bir gürültü yakalayıverdi de yurtlarında/evlerinde diz üstü çöküp helâk oldular. Bkz. 78/91, 11/94, 29/37
       68. Sanki daha önce orada hiç oturmamış (yuva kurup yaşamamış) gibi oldular. Haberiniz olsun ki, Semud (kavmi) gerçekten Rablerini inkâr etmişlerdi. Bak işte nasıl yok olup gittiler.
       69. Andolsun, (melekler arasından seçip gönderdiğimiz) elçilerimiz, İbrahim’e (bir çocuğunun dünyaya geleceğine dair) müjde getirip: “Selâm sana (Ey İbrahim)!” dediler. O da: “Size de selâm olsun (Ey Allah’ın kulları)!” dedi ve sonra da oyalanmadan onların önüne (pişirilerek) kızartılmış bir buzağı getirdi. Bkz. 15/52-62, 51/26-27
       70. Fakat (İbrahim) elçilerin kızartılmış buzağıya doğru el uzatmadıklarını görünce, konukları tuhafına gitti, onlardan dolayı içine bir korku (endişe) düştü. Bu sırada konukları: “Korkma (biz Allah’ın melekleriyiz)! Lût’un kavmine (cezalarını uygulamak için) gönderildik” dediler. Bkz. 15/52-53

       Hz. Lût, İbrahim Peygamberin yakın akrabası olup aynı şeriatla insanları hidayete çağıran bir peygamberdir. Kavimleri de yaşadıkları bölge de birbirlerine yakındı. Hikmetine binaen melekler önce, Rabbinden birtakım mesajlar iletmek üzere Hz. İbrahim’e uğruyor ve arkasından Hz. Lût’un kavmini helâke gidiyor.

       71. İbrahim’in karısı (Sâre) ayakta bekliyordu, (bu sözleri duyunca) güldü. Biz de ona İshak (adında bir çocuk dünyaya getireceğini) ve İshak’ın ardından Yakup (isminde bir de torun)’u (olacağını) müjdeledik. Bkz. 2/133, 15/54

       Hz. Yâkûb, Hz. İshak’ın oğludur, İshak da Hz. İbrahim’in. Hz. İshak, Sâre’den dünyaya gelmiş, Hz. İbrahim’in diğer eşi Hacer’den de Hz. İsmail dünyaya gelmiştir. Yani bu durum da Hz. İbrahim iki peygamber babası ve bir peygamber dedesidir.

       72. Karısı: “Vay başıma gelenler! Ben kocamış bir kadın ve bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Gerçekten bu, çok şaşılacak bir şeydir!” dedi.

       Rivayet edilir ki o sırada Hz. İbrahim yüzlü yaşlarda, hanımı Sâre ise doksanlı yaşlardaydı.

       73. (Elçiler,) “Sen Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Ey (peygamberin) ev halkı! Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinizdedir. Şüphe yok ki, övülmeye yegâne layık olan O’dur (her şeyi en güzel yapandır) ve lütuf ve ikram sahibidir” dediler.
       74. Böylece İbrahim’in endişesi geçtikten ve kendisine müjde verildikten sonra Lût kavmi hakkında (affedilmeleri için) bizim (elçilerimiz)le tartışmaya başladı. Bkz. 29/31-32

       Hz. İbrahim’in meleklerle tartışması, çekişme anlamında değil, isteğinde ısrarcı olması anlamındadır. Meleklerden azabı geciktirmelerini ve bunun için Allah’tan dilekte bulunmalarını istiyor. Çünkü inkârcılara gelecek olan umumî felâkete Hz. Lût ile ona inananların da uğrayacaklarından endişe ediyor. “…Biz Lut’u ve yakınlarını (ona inananları Allah’ın emriyle) kurtaracağız. Yalnız karısı orada kalarak azaba çarpılanlardan olacaktır” (Ankebût 29/32)

       75. Çünkü İbrahim, gerçekten çok halim (yumuşak huylu), ince ruhlu, duyarlı ve kendisini bütünüyle Allah’a vermiş bir kimseydi. Bkz. 9/114
       76. (Elçilerimiz) ona dediler ki: “Ey İbrahim! Bu tartışma işinden (ısrarından) vazgeç; çünkü (Lût kavmi için) Rabbinin (azap) emri gelmiştir. Ve onların başlarına geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap kaçınılmaz olmuştur.”

       Allah, yaptıkları yüzünden bir kavmi azaba uğratacaksa ve bu azap da hak olmuşsa, Allah bundan asla vaz geçmez.

       77. Ve elçilerimiz, (delikanlı suretinde) Lût’a geldiğinde; (sapık kavminin saldırısından korktuğu için) onların gelmelerinden endişeye düştü, çok sıkıldı ve: “İşte bu çok çetin bir gün olacak” dedi.
       78. Lût’un kavmi (konuklarıyla çirkin ilişkide bulunmak üzere) ona doğru koşarak geldi. Zaten onlar önceden de bu tür çirkin işleri yapıyorlardı. Lût, (onlara) dedi ki: “Ey Kavmim! İşte kızlarım, onlar sizin için daha temizdir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve konuklarıma karşı beni rezil etmeyin! İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?” Bkz. 15/71, 26/165-166

       “İşte kızlarım” ifadesi Hz. Lut’un sadece iki tane olan öz kızlarıyla ilgili değil, Hz. Lut’un kavminin, o beldenin kızları için söylenmiştir.
       “Kızlarımla nikâhlanmanız sizin için daha temizdir” tümcesi ise onlarla nikâhlanma yoluyla evlenmeyi ifade eder. Burada Hz. Lût; kızlarla evlenmelerinin fıtrata uygun bir davranış olacağını söylemiştir.
       Bu ayetlerden anlaşılıyor ki; Hz. Lut’un kavminin bu sapık eğilimleri yüzünden erkeklerle kadınlar arasındaki doğal ilişki olması gereken düzeyde olamamıştır.

       79. (Buna karşılık) onlar da dediler ki: “Sen (gayet iyi) biliyorsun ki bizim (kadınlarla bir işimiz olmadığı için) senin kızlarında bir gözümüz yok. Aslında sen bizim neyin peşinde olduğumuzu çok iyi biliyorsun (ama bizi oyalıyorsun).”

       Burada söz konusu edilen eşcinsellik (homoseksüellik), cinsel yönelişin kişinin kendi cinsiyetinden kişilere yönelik olmasıdır. Örneğin, bir erkeğin cinsel olarak diğer erkeklere ilgi duyması, onlarla duygusal ve cinsel birliktelikler kurması, erkekleri sevip âşık olması eşcinsel olduğu anlamına gelir.

       80. (Onların bu tavrı karşısında çaresiz kalan) Lût onlara dedi ki: “Ah, keşke size karşı (koyabilecek) bir gücüm olsaydı veya (şerrinizden korunabileceğim) çok sağlam bir kaleye sığınabilseydim.”

       Hz. Lût, beldeye daha sonradan gelen bir yabancı konumunda olduğu için kendisini savunacak ne bir akrabası vardı ne de bir tanıdığı. Kendisini müdafaa edecek insan desteği olmadığı için eşcinsellerin tutumundan bıkmış ve kendini yalnız hissetmeye başlamış. Bu konuda öylesine sıkılmış ve öylesine çaresiz kalmıştı ki; yanındaki melekleri ve Allah’ın desteğini bile unutup sağlam bir kaleye sığınmayı dile getirmiş.

       81. (Bunun üzerine melekler:) “Ey Lût! Biz senin Rabbinin elçileriyiz! Bunlar sana asla ilişemeyecekler! Artık sen ailen ile gecenin bir aralığında yola çık ve karının dışında (ailenden kimse arkada kalmasın). Çünkü onların başına gelecek olan (azap) onun da başına gelecek. Onlar için belirlenmiş vakit tam da (bu) sabah; eh, sabah da zaten yaklaşmadı mı? Bkz.15/63-66

       “Karın dışında” ifadesi ciddi bir aile dramını ortaya koymaktadır. Çünkü Hz. Lût’un karısı da helâk olanlar arasında yer almıştır. Fakat karısının hangi sebeple helâk olduğu konusunda Kur’an’da herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. İnkâr eden kavim gibi karısının da inanmadığını düşünmekteyiz. “Allah, inkârcılara, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını örnek gösterdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikâhları altında bulunuyorlardı. Derken onlara hainlik ettiler de kocaları, Allah’ın azabından hiçbir şeyi onlardan savamadı…” (Tahrim 66/10)
“Sabah da yaklaşmadı mı?” ifadesi bu konuşmanın sabaha yakın olduğu, vaktin geldiği anlamındadır.

       82. (Nihayet azap) emrimiz gelince, o (Sodom) şehrinin altını üstüne getirdik, tepelerine de daha önceden takdir edilmiş bir cezanın infazı için üzerlerine birbiri ardından püskürtü halinde balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.

       Âdeta bir yanardağ patlaması gibi şiddetli yer sarsıntısının eşliğinde çevreye taşların ve ateş güllelerinin yağdığı gibi büyük bir sarsıntı ile Sodom halkının üzerine püskürtü halinde yakıcı taşlar yağdırıldı.

       83. O taşlar ki (böyle toplumlar için) Rabbin tarafından hazırlanmış, işaretlenmiştir. O taşlar, zalimlerin başından hiç eksik olmaz. Bkz. 51/33

       “Rabbin tarafından işaretlenmiş” ifadesi, her taşın hedefinin daha önceden belirlendiğini ve hedefe kilitlenen güdümlü füze gibi her birinin kimin başına ineceğinin kararlaştırıldığını anlatıyor.

       84. Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı (nebi olarak) gönderdik. O, şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ve (birbirinizle olan alışverişinizde) ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi savurganlık içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.” Bkz. 7/85-92, 29/36

       Hz. Şuayb, Hz. İbrahim’in soyundandır. Ahlaki değerleri tamamen dejenere olmuş, Medyen halkına nebi olarak gönderilmiştir. İlk zamanlarda kendisine inanan kişi bulamadığından toplum tarafından sürekli dışlanmıştır. Medyen halkı bugünkü Suriye’nin güneyi ile Ürdün ve Hicaz’ın kuzeyine denk gelen alanda yaşadılar. Hz. Musa Mısır’dan kaçtıktan sonra geldiği Medyen bölgesinde Şuayb’ın kızıyla evlendi. Ve kayınbabası Hz. Şuayb’ın yanında yaklaşık 10 yıl yaşadı.

       85. Ve ey kavmim! “Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin, yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın!”

       Dürüst olmak, kanaatkâr olmak, adaleti gözetmek, yalan söylememek, baskıya ve bozguna boyun eğmemek, despotizme karşı hakkı ve haklıyı savunmak her insanın misyonu olmalıdır. Kur’an’daki tarihsel referansların tümünde görüldüğü gibi Şuayip Peygamberin kavmine hitaben söylediği bu mesaj da genel bir muhteva taşımaktadır.

       86. “Eğer mü’minseniz, Allah’ın (helalinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. (Ben sizi sadece uyarıyorum, emirlere uymanız konusunda) ben, sizin başınızda bekçi değilim.”
       87. Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarına tapmayı bırakmamızı ve mallarımız konusunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi sana salatın mı emrediyor? Aslında sen yumuşak huylu, uslu ve aklı başında bir adamsın.”

       “Salatın mı emrediyor?” ifadesini hem namaz hem din ve hem de Hak’tan yana duruş olarak alabiliriz. Namazın kötülüklerden alıkoyduğunu düşünürsek (Ankebût 29/45) buradaki “salat”ı namaz olarak alabiliriz. “Ataların taptıklarına karşı çıkmayı” düşünürsek Hak’tan yana bir duruş olarak değerlendirebiliriz. Bu ayet bir sonraki ayetle birleştirildiğinde “din” olarak almak daha doğru olur. Çünkü orada “ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam” ifadesi geçmektedir ki bu da dinin kendisidir.

       88. (Şuayb) dedi ki: “Ey kavmim! (Söyleyin bakalım) ya ben Rabbimden gelen açık bir belgeye dayanıyorsam ve O bana kendi rahmetinin sonucu olarak temiz bir geçim kaynağı (helal kazanç) vermiş ise (ne olacak, O’na saygısızlık mı yapacağım)? Ben size aykırı hareket etmekle, sizi alıkoyduğum şeylere, kendim düşmek istemiyorum. Tek isteğim, gücümün yettiği oranda bozuklukları düzeltmek ve yanlış gidişata dur demektir. Başarım Allah’ın yardımına bağlıdır. Yalnız O’na güveniyor ve sadece O’na yöneliyorum.
       89. “Ey kavmim! Bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavminin ya da Hud kavminin veya Salih kavminin başlarına gelen felaketin bir benzerini sizin başınıza getirmesin. Üstelik Lut kavmi size pek uzak da değil.”

       “Lut kavmi size pek uzak değil” ifadesi, onların da Hz. Şuayb’ın kavmine yakın bir zamanda ve yakın bir bölgede helak olduğunu anlatmak için söylenmiştir. Her zaman yakın tarih en anlaşılır tarihtir. Tarihteki ilahi felaketlere bakıldığı zaman Hz. Şuayb zamanında yaşayan insanların görebileceği en yakın Lût kavminin helakidir. Lût kavmi, insan neslinin devamı için zaruri olan cinsel ihtiyacı, Allah’ın çizdiği sınırların dışına taşırarak, toplumu ifsada götüren çok çirkin bir harama meylettikleri için Kur’an’ın birçok yerinde lanetlendikleri gibi helâkleri de o derece ağır olmuştur. Maalesef yaşadığımız bugünün dünyasında aynı ahlaksızlıklar üstelik toplumların ve ulusların onayıyla hız kesmeden ve her geçen gün daha da büyüyerek devam etmektedir. Kur’an’daki ilahi mesajlardan ve tarihi referanslardan anlaşılıyor ki Lût kavminin ve daha nice toplumların yaşadığı felaketlerin benzerlerini her an yaşayabiliriz.

       90. (Onların başına gelenlerden ibret alın da) “Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra tevbe ile O’na yönelin! Şüphesiz ki Rabbim çok merhamet edendir, (tevbe eden kullarını) çok sevendir.”

       Tevbe, yapılan hatadan vazgeçmek ve onu bir daha yapmamaya karar vermek olduğu için Allah günahın büyüklüğüne bakmadan tevbe ile kendisine yönelen kulunun duyarlılığını ve kararlılığını görünce onu bağışlar.

       91. Dediler ki: “Ey Şuayb! (Bize) söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Üstelik biz seni aramızda zayıf görüyoruz. Eğer (sana arka çıkan) kabilen olmasaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Çünkü senin bize karşı koyacak hiçbir gücün/üstünlüğün yok.”
       92. Şuayb dedi ki: “Ey kavmim, kabilem sizin gözünüzde Allah’tan daha mı üstündür, daha mı önemlidir ki (kabilemden çekiniyorsunuz da,) O’na sırt dönüyorsunuz, O’nu(n emirlerini) dikkate almıyorsunuz? Oysa Rabbim, sonsuz ilmi ve kudretiyle yaptığınız her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.”
       93. “Ey kavmim! (Madem direnmekte kararlısınız, o zaman) elinizden geleni yapın. Doğrusu ben de (vazifemi) yapacağım. Alçaltıcı azabın kime geleceğini ve yalancının kim olduğunu (o zaman) göreceksiniz. Artık (başınıza gelecek olan azabı) gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlüyorum!”
       94. Nihayet (azap) emrimiz gelince Şuayb’ı ve onunla birlikte iman edenleri katımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulüm ve haksızlık içinde olanları korkunç bir gürültü yakaladı; öyle ki, kendi yurtlarında/evlerinde dizüstü yığılıp kaldılar.
       95. Sanki orada hiç barınmamışlardı. Haberiniz olsun ki, Semûd kavmi (Allah’ın rahmetinden) uzak olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu. Bkz. 7/92
       96-97. Andolsun Musa’yı da ayetlerimizle ve somut mucizelerle Firavun’a ve onun önde gelen çevresine (nebi olarak) gönderdik. (Buna rağmen) onlar (bizim emrimize değil) Firavun ’un emrine uydular. Oysa Firavun ‘un emri doğruya götürücü (irşat edici) değildi. Bkz. 7/133, 17/101, 27/12

       Hz. Musa’nın getirdiği somut mucizelerle alakalı olarak Â’raf 7/133, İsra 17/101 ve Neml 27/12 ayetlerine ve açıklamalarına bakabilirsiniz.

       98. Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne geçecek ve onları ateşe götürecektir. Ne kötü varış yeridir orası! Bkz. 2/166-167, 7/38, 33/67
       99. Çarpıldıkları azaba ilave olarak hem dünyada hem de ahirette lânete uğramışlardır. Ne kötü bir ikramdır onlara verilen bu ikram. Bkz. 28/42, 40/46
       100. (Ey Resul!) İşte bu sana anlattığımız (geçmişte helak edilmiş) kasaba halklarının (ibret verici) haberlerinden bazılarıdır. Onların bıraktıkları eserlerden ayakta kalan da var, yok olup giden de vardır.

       Kur’an’daki kıssalar; genelde ahlakî ilkeleri daha etkin ve yaşanılabilir bir biçimde açıklığa kavuşturmak ve Allah’ın mesajına insanların gösterdiği değişik tepkileri ortaya koyarak Hakkın anlaşılmasını yansıtmak içindir. Mademki Kur’an bir hidayet mesajıdır o halde, hidayete götüren enstrümanların mutlaka emir şeklinde olması gerekmez. Peygamber kıssalarında olduğu gibi farklı versiyonlarla da mesaj verilebilir.

       101. Onlara biz zulmetmedik; fakat onlar (inatla kötülüğü tercih ederek) kendilerine zulmettiler. Rabbinin (azap) emri geldiğinde, Allah’tan başka taptıkları (sahte) ilahları onlara hiçbir şey sağlamadı ve onların zararlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.
       102. İşte Rabbin, halkı zalim olan memleketlerin yakasından tutunca böyle tutar. Hiç kuşkusuz O’nun yakalaması pek sert ve acıklıdır.
       103. Ahiret azabından korkan kimse için bu (anlatıla)nda kesin bir ibret vardır. O gün tüm insanların toplantı günüdür. Herkes o günün canlı tanığı olacaktır. Bkz. 14/13-14, 18/47, 40/51

       Yani yalanın, atlatmanın, gizlemenin, kayırmanın, korumanın olmadığı o gün her şey ortaya dökülüp bütün ayrıntısına kadar görülecektir.

       104. Ve biz o (kıyamet) günün(ün) gelip çatmasını, ancak (insanların imtihanı ve tekâmülü için) sayılı bir müddete kadar erteliyoruz.

       Yani dünyanın ömrünün sonsuz ve sınırsız olarak devam edeceğini sanmayın! Onun ömrü de sizin ömrünüz gibi sınırlı ve sayılıdır. Ancak nasıl ki sizin için takdir edilen ömrün dolmasını bekliyorsak, dünya için takdir edilen ömrün de dolmasını bekliyoruz.

       105. O gün gelince, O’nun izni olmadan hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi bahtsızdır (mutsuzdur), kimi mutlu. Bkz. 20/108, 42/7, 78/38
       106-107. Mutsuz olanlar (dünyadayken yaptıklarından ötürü) ateşte (yaşayacak) ve orada ah çekip inleyeceklerdir. Rabbin aksini dilemedikçe, gökler ve yer yerinde durduğu sürece onlar orada kalacaklardır. Şüphesiz Rabbin dilediğini istediği gibi yapandır. Bkz. 21/101

       “Rabbin aksini dilemedikçe” söylemi, cehennem sakinlerinin azabının belli bir zaman sonra Allah tarafından sonlandırılabileceği konusunda bir ümit olabilir. Bu konuda kesin bir şey söylemek asla doğru olmaz. Sadece Allah’ın engin ve sınırsız rahmetini düşünerek ihtimal dâhilinde yorum yapılabilir.

       108. Mutlu olanlar ise cennettedirler. Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe onlar da bitmeyen bir lütfun sonucu olarak orada kalacaklardır.

       Bu ayette de “Rabbin aksini dilemedikçe” ifadesi cennet sakinleri için kullanılmıştır. Ancak cehennem için düşünülebilen sona erişi cennet için düşünmemeliyiz. Çünkü bu ayetin son cümlesi “bitmeyen bir lütuf” dan bahsediyor. Dolaysıyla bu cümle cennet nimetlerinin ebediliğini ortaya koyuyor. “Gökler ve yer sürüp gittikçe” cümlesi ise hayatın sona erebileceğini değil aksine devamlılığının mecazi bir anlatımıdır.

       109. (Ey Resul!) Onların taptıkları şeylerin batıl olduğu konusunda şüpheye düşme! Onlar sadece, daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Şüphesiz biz (azaptan) paylarına ne düşüyorsa onu eksiksiz olarak (kendilerine) tastamam vereceğiz.
       110. Andolsun ki, Musa’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik de ona iman konusunda (insanlar) görüş ayrılığına düştüler. Eğer Rabbinin daha önce verilmiş kesin hükmü olmasaydı, o anlaşmazlığa düşenler hakkında çoktan hüküm verilirdi. Onlar hâlâ da (Kur’an) hakkında derin bir şüphe içindedirler.
       111. Şüphesiz Rabbin hepsinin yaptıklarının karşılığını tam olarak verecektir. Çünkü O, onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.
       112. (Ey Resul!) Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın/aşırıya gitmeyin/azgınlık etmeyin! Unutmayın ki O, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

       Hz. Muhammed’e hitaben verilen “emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” emri, Hz. Nebinin sadece vahiy ile hareket ettiğini gösteriyor. Devamındaki cümle de ona uyanların da Kur’an’ın direktiflerine göre hayatlarını tanzim etmeleri gerektiğini anlatıyor. Ahkâf 46/9 “De ki: “…sadece bana vahyolunana uyarım“ ve Yunus 10/109 “Sana ne vahyolunduysa ona uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret!” ayetlerinden de anlaşılıyor ki Hz. Peygamber hiçbir zaman kafasına göre hüküm koymamış ve bütün çalışmalarını vahiy ile yürütmüştür.
       Bu ayet sebebiyle olacaktır ki, Hz. Peygamber; “beni Hûd suresi kocattı” buyurmuştur. Azgınlık etmeden Hak ve adalet ölçülerine uyarak Allah’ın istediği istikamet üzere olmak Fatiha suresinde mü’minin hedefi olarak gösterilmiştir. Ayrıca dosdoğru yolun yolcuları cennetle müjdelenmiştir. “’Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner ve derler ki: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vaad edilmiş olan cennetle sevinin!’” (Fussılet 41/30)

       113. Ve asla zulmedenlerden yana eğilim göstermeyin (onlara sempati duymayın)! Yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka (hiçbir yardımcınız) hiçbir dostunuz yoktur, (kendinize başka bir dost/yardımcı aramayın), aksi taktirde (O’ndan) yardım göremezsiniz.

       “Zalimlerden yana eğilim göstermek” günümüzün en büyük felaketidir. Zalimlerden yana olmak, Allah’a karşı olmak demektir. Zalimin zulmüne seyirci olmak, mazluma zulmetmektir, zulme karşı çıkmamak da zulümdür. Müslüman hangi şartlarda olursa olsun Hakkın, haklının ve mazlumun yanında yer almalı, zulme, zalime ve haksızlığa karşı çıkarak erdemli bir duruş sergilemelidir.

       114. Gündüzün iki tarafında (öğle ve ikindide) ve gecenin (gündüze) yakın vakitlerinde (akşam, yatsı ve sabah da) namazı ikame et! Muhakkak ki iyilikler, kötülükleri (küçük günahları) ortadan kaldırır. İşte bu, anlayışı ve kavrayışı olanlar için bir öğüttür. Bkz. 2/238, 17/78, 30/17-18

       Günün beş vaktinde namaza durmaya işaret eden âyetlerden biri de budur. Sabahtan öğleye kadar gündüzün bir tarafı, öğleden akşama kadar da gündüzün diğer bir tarafıdır. Dolaysıyla gündüzün iki tarafından kasıt, öğle ve ikindi namazlarıdır. Gecenin gündüze yakın vakitlerinden kasıt ise sabah, akşam ve yatsı namazlarıdır. Bu ve bunun gibi bazı ayetlerle belirlenen beş vakit namaz Hz. Peygamber’in uygulamasıyla net bir şekilde ortaya konmuştur.    Günün belli zamanlarında belli aralıklarla Allah’la kulun bir araya gelmesi ve dileklerin Allah’a arz edilmesi kulluğun gereklerindendir. “Namazı ikame et” emri, davete icabet et, Yaratıcının huzuruna gel, aslını ve kendini düşün, sadakatini gözden geçir, yaşadıklarının muhasebesini yap, Allah’tan gelip O’na gideceğini hatırla, vefalı ve erdemli olmaya çalış, Allah’la yaşamayı içselleştir anlamındadır.

       115. Ve sabr(ederek mücadeleye devam)et. Allah iyilik yapanların hak ettiği karşılığı hiçbir şekilde zayi etmez!
       116. Sizden önceki nesillerde yeryüzünde bozgunculuktan sakındıran birtakım akıllı ve erdemli kimseler bulunmalı değil miydi? Ama içlerinden (mücadeleden yılmadıkları için) kurtuluşa erdirdiğimiz az bir topluluk dışında hiçbiri bunu yapmadı. Zulme sapanlar ise kendilerini şımartan ihtiraslarına kapılarak ağır suçlara daldılar.
       117. Yoksa senin Rabbin, halkı ıslah edici davrandığı sürece, bir toplumu asla helak etmez.

       Demek ilâhî gazaba uğramak istemiyorsak, insanları zorlamadan usulüne uygun şekilde irşad ve ıslah edici çalışmalarımız olmalı, toplumdaki haksızlıkları, çarpıklıkları giderecek faaliyetlerde bulunmalıyız.

       118-119. Rabbin dileseydi bütün insanları tek bir millet yapardı (O, yollarını seçmek konusunda kendilerini özgür bıraktı). Onlar (hak ile batıl konusunda) birbirleriyle tartışmaya devam etmektedir. Yalnız Rabbinin rahmetini kazananlar bunun dışındadır. Zaten (Allah) onları bunun için (irade hürriyetiyle) yaratmıştır. Rabbinin: “Andolsun ki; Cehennemi, insanlardan ve cinlerden (isyan edenlerle) dolduracağım” sözü gerçekleşecektir. Bkz. 32/13, 51/56

       Allah’ın; “Cehennemi, insanlardan ve cinlerden dolduracağım” sözü, kendilerine Allah’ın teklif ettiği yol gösterici mesajı reddeden insanlar ve görünmeyen varlıklar için telaffuz edilmiştir.
       Herkes, Allah’ın hidayet nimetine nail olacak fıtratta yaratılmıştır. Ancak imana karşı küfrü tercih edenler, iyi olmak yerine kötü olmayı yeğleyenler, doğru yoldan gitmek yerine yanlış yolu seçenler, yeryüzünde fesat çıkaranlar, toplumun ve doğanın yapısını bozanlar yaptıklarının bedelini azapla ödeyeceklerdir.

       120. (Ey Muhammed!) Resullerin haberlerinden, senin gönlünü takviye edecek her şeyi sana aktarıyoruz. Bu kıssalar sana gerçeği ilettiği gibi inananlar için de öğüt ve hatırlatma niteliğindedir.
       121. İnanmayanlara de ki: “Elinizden geleni yapın, biz de (tebliğ vazifemizi) yapıyoruz.”
       122. Ve (olacak olanı) “Bekleyin, biz de bekliyoruz.”
       123. Göklerin ve yerin bilinmeyen, insan idrakini aşan görülüp gözlenemeyen sırrı Allah’ın bilgisindedir. Bütün işler ancak O’na döndürülür. Öyleyse, O’na kulluk et; O’na güven. Rabbin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.

       Her türlü çabayı gösterdikten sonra Allah’a güvenmek, O’na dayanmak hem kulluğun gereğidir hem de Allah’ın kuluna bir lütfudur. Allah’ın kuluna “Bana güven” demesinden daha büyük ne olabilir? İnsan küçük bir dünyalık iş için kendisinden daha güçlü olan bir yakınından destek sözü aldığı zaman ne kadar mutlu oluyor değil mi? Allah kuluna her zaman, her yerde ve her konuda destek vereceğini bildiriyor, yeter ki kul haddini bilsin, Allah’a karşı sorumlu olduğunun idrakinde olsun, fıtratıyla örtüşmeyen davranışlar sergilemesin, insanlığını bilsin ve insanca yaşasın.