2 – Bakara

       Bakara sûresi, Veda Haccı sırasında Mekke’de inen 281. ayeti hariç, Medine döneminde inmiş olup 286 ayettir. Sure, adını 67-73. ayetlerde Yahudilere kesmeleri emredilen ve “sığır/inek” anlamına gelen “Bakara” kelimesinden almıştır.
Sûre, çok farklı hükümleri ve konuları ihtiva etmekle birlikte iman, ibadet ve hayat düzeniyle ilgili temel bilgiler vermektedir. Allah’ın varlığını anlatan delillerin ortaya konduğu sûrede; Kâbe’nin inşası ve kıble oluşu, İslam dininin önceki dinlerin evrensel öğretilerini ihtiva etmesi, insanın yaratılışı ve kabiliyetleri, din ve vicdan hürriyeti gibi konular işlenmektedir. Sûrede ayrıca iman esaslarını anlatan ayetler olmakla birlikte bunlardan özellikle “Ayetü’l-Kürsi” diye adlandırılan ayetle tevhid inancının özellikleri vurgulanmakta, son iki ayetle de mü’min olmanın şartları ve örnek dualar zikredilmektedir.

       Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
       1. Elif Lâm Mim.

       “Huruf-i Mukattaa” (kesik harfler, ayrılmış münferit harfler) veya “Heca Harfleri” adı verilen bu harflerin muhtemel anlamları ile ilgili pek çok yorum yapılmıştır. Kur’an’daki 114 sûrenin 29’u bu harflerle başlamaktadır. Bu harfler, bulundukları 19 surenin başında birer ayet olarak gösterilmişlerdir. Kur’an’ın tamamında ise 19’u sûre başlarında olmak üzere, 20 yerde başlı başına birer ayet olarak gelirler. Bu harflerin tamamı vokallerle (sesli harflerle) harekelerle seslendirilirken, sadece yirmi dokuz sûre başında yer alan bu on dört harf yer aldıkları sûre başlarında üstün, esre, ötre gibi vokallerle seslendirilmez, sadece isimleriyle okunur. Yani bu harfler, yazılışta bir kelime gibi yazılsa da okunuşta birer birer söyleme şekli ile örneğin; Elif-Lam-Mim diye üç kelime gibi okunurlar. 28 harfli Arap alfabesinin tam yarısı (on dört harfi) müstakil olarak Kur’an sûrelerinin başında da yer alır. Bu harflere çok farklı anlamlar yüklenmiş olsa da hiçbirinin doğruluğu ortak kabul görmemiştir. Bu harflerin Allah ile Resulü arasında bir şifre olduğu görüşü ise Kur’an’da anlaşılmayan hiçbir ayetin olamayacağını açıkça ortaya koyan (Yusuf 12/1, Hicr 15/1, Nur 24/34, 46, Şuara 26/2, Neml 27/1) âyetlerine ters düşmektedir. Evrende birtakım kanunlar, nasıl ki insanın araştırmasıyla üzerinde derinden düşünmesiyle ve uzun yıllar hatta asırlar süren incelemeleriyle ortaya çıkarılabiliyorsa ayetlerin bazılarında da hikmetine binaen aynı durum söz konusu olabilir.

       2. Bu, kendisinde kuşku, çelişme, tutarsızlık olmayan (ilahi bir) kitaptır. Muttâkiler için bir yol göstericidir. Bkz. 3/103, 5/16, 6/155, 10/57, 14/1

       Bu ayetten anlaşıldığına göre; Kur’an’dan istifade etmenin birinci şartı, “Muttaki” olmaktır. Yani Allah’a karşı gelmekten sakındığımız ve ona karşı sorumluluk bilinciyle yaşadığımız takdirde, Kur’an bizim için bir hidayet kaynağı olacaktır. Allah inancını ve sevgisini yüreğine sindiremeyen ve bu inancın gereklerini yerine getiremeyenlerinse onun kitabını hakkıyla algılaması söz konusu olamaz.
       “Muttakî”nin, “Allah’tan korkan ya da sakınan” şeklindeki alışılagelen tercümesi, bu kelimenin ifade etmek istediği manayı yeterli biçimde yansıtmaz. “İtteka” kelimesi: kişinin Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle ve şuuruyla kendi varlığını biçimlendirme arzusunu ve O’nun direktiflerine uygun yaşama isteğini yansıtır. “Allah’tan korkmak” ifadesi: insanı baskı altına alarak onun Allah’a olan güvenini ahlaki değerinden ve anlamından yoksun bırakabilir. İnsan, korktuğu şeyden uzak durmak ister. Buna karşın insan, Allah’tan korkmak yerine ona karşı saygısızlık yapmaktan sakınmayı, onu sevmeyi ve ona karşı sorumluluk bilinciyle kendi varlığını biçimlendirmeyi düşünürsebu takdirde Allah’a daha yakın olur ki olması gereken de budur.

       3. Onlar ki gayba inanırlar ve namazlarını ikame ederler. Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. Bkz. 8/3

       “Gayb” kelimesi; Kur’an’da insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan, gözle görülemeyen, duyularla algılanamayan, insanın bilme imkânlarının dışındaki varlık alanını ve onu aşan hakikatlerin tüm safhalarını ifade eder. Bu sebeple gaybın, mesela Allah’ın varlığı, evrenin yaratılış amacı, ölümden sonraki hayat, zamanın gerçek mahiyeti, ruhsal güçlerin varlığı gibi konuların bilimsel yöntemlerle ispatı ya da reddi söz konusu değildir.
       “Rızık olarak verdiklerimizden infak ederler” cümlesi ile murad edilenin ise “kendilerine emanet edilen rızkı Allah’ın rızasını kazanmak üzere O’nun yarattıklarının ve evrende kurduğu düzenin yararına kullanırlar, yani verilen emanete ihanet etmezler” manasında olsa gerektir. Onun için infak eden kimse verdiğini kendi malından veriyormuş gibi karşı tarafın başına kakmamalı ve minnet de beklememeli. Zira bütün nimetleri insanlara farklı yollarla lütfeden yalnızca Allah’tır. Onun için yapılanı bir iyilik olarak değil, vecibe olarak görmeli. Yani kendine verilenden infak etmezse emanete ihanet ettiğini, infak ederse üzerine düşeni yaptığını bilmelidir.

       4. Onlar hem sana indirilene (Kur’an’a) hem de senden önce indirilene (kitapların asıllarına) inanırlar. (Onların) ahiret hayatının varlığı konusunda da hiçbir şüpheleri yoktur. Bkz. 31/4
       5. İşte Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlar Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenlerdir ve gerçek anlamda kurtuluşa erenler de onlardır.
       6. İnkârcılara gelince; onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, (inanmamaya kararlı oldukları için) onlar iman etmezler.

       Onlar, inanmak gibi bir niyet ve gayrette olmadıkları ve Hakk’ı inkâra şartlandıkları için inanmazlar. Ama “Nasıl olsa inanmayacaklar!” diye tebliğden asla vazgeçemezsin. Senin vazifen sadece tebliğdir.
(Ra’d, 13/40; Nahl, 16/82; Şura, 42/48 ayetlerinde gösterildiği gibi)

       7. Allah (küfürde direnmeleri sebebiyle) onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine de (ilahi hakikatleri görmeyi engelleyen) perde çekmiştir. Onlar için (âhirette) büyük bir azap vardır. Bkz. 4/155, 6/25, 16/108

       İnkârcılar özgür iradelerine sahipken kendilerini yaratan Allah’a ve onun elçisine inanmayıp, zulme ve fesada devam ettikleri, kendileri dışındakilere düşmanlık besledikleri ve bir daha iman etme ihtimalleri kalmadığı için Allah, onların algılama yeteneklerini duyarsız, hissetme yetilerini işlevsiz ve kavrama kabiliyetlerini fonksiyonsuz hale getirmiş ve basiretlerini bağlamıştır. Aslında kimse onları zorlamamış, onlar kendi özgür iradeleriyle işledikleri ameller neticesinde kendi kendilerine yapmışlardır, Rabbimiz de bu durumu tescillemiştir.

       8. Ve insanlardan öyle kimseler vardır ki, gerçekte inanmadıkları halde, “Biz Allah’a ve âhiret gününe inanıyoruz.” derler. Bkz. 2/165

       Burada Müslüman kimliğiyle yaşayıp, Allah’a ve ahirete inandığını söylediği halde Allah’ın hayata müdahalesine karşı çıkan ve ahiret yörüngeli yaşamayanlara da bir mesaj vardır. Zira amelsiz iman çift kişilikli ve zayıf karakterli bir insan tipinin oluşmasına sebep oluyor.

       9. Onlar, (böylece) Allah’ı ve iman edenleri kandırmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar yalnızca kendilerini kandırırlar ve bunun (aldandıklarının) farkında bile olmazlar.
       10. Onların kalplerinde bir hastalık vardır. (İnkârda direndikleri ve yeryüzünde fesat çıkardıkları için) Allah da hastalıklarını artırmıştır ve söyledikleri yalanlarından dolayı onlar için acıklı bir azap vardır. Bkz. 4/142-143

       11. Onlara: “Yeryüzünde yozlaşmaya ve bozgunculuğa yol açmayın.” denildiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz.” derler.
       12. İyi bilin ki onlar bozguncudur ve yozlaşmaya yol açan kimselerdir; ama bunun kendileri de farkında değillerdir.
       13. Onlara: “(Mü’min) insanların inandıkları gibi siz de iman edin.” denildiğinde: “Biz de şu dar kafalıların inandığı gibi mi iman edelim?” derler. İyi bilin ki asıl dar kafalılar hiç şüphesiz (onların) kendileridir; fakat bunu bilmezler. Bkz. 26/111
       14. (Onlardan bazıları) iman edenlerle karşılaştıkları zaman: “Biz de sizin gibi inanıyoruz.” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman: “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz; biz onlarla sadece eğleniyoruz. derler. Bkz. 2/76

       Eski Arapçadaki kullanımına göre “Şeytan” terimi aynı zamanda, “Kötülükte aşırı giden, acımasız, şer üreten, ikiyüzlü ve kötülüğün yayılması için çalışan, bozgunculuk yapan” insanları ifade eder. Bu ayette de bu manada kullanılmıştır. Ancak “Şeytan” terimi; Kur’an’da çoğunlukla insanın ruhundaki kötü eğilimleri ve özellikle de hakikate ve maneviyata ters düşen bütün şer dürtüleri tanımlamak için kullanılmıştır.

       15. Allah, (bu alaycı tavırlarından ve ürettikleri kötülüklerden dolayı) onları maskaraya (soytarıya) çevirir ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir. Bkz. 15/95
       16. Onlar, hidayete karşılık (kendi iradeleriyle) sapıklığı satın almış olan kimselerdir. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir. Bkz. 17/7

       17. Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki ateş tam çevresini aydınlattığı sırada (yaptıkları yüzünden) Allah, ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde zifiri karanlıkta bırakıverir.
       18. Onlar sağırdırlar (ilahi mesajları duymak istemezler), dilsizdirler (gerçekleri konuşmayı dilemezler) ve kördürler (Hakkı görmeyi arzulamazlar). Bu sebeple onlar (dalaletten hidayete) dönemezler.

       Onların kulakları dünyalıkları duymada ve gereksiz sözleri işitmede sağır değil; ancak Hakk’ın sesine ve ilahi öğretilere kulak vermede duyarsızdır. Dilleri kötülüğü konuşmada ve yalan söylemede yetersiz değil, gerçekleri dile getirmede ve doğruları söylemede ahrazdır. Gözleri batılı görmede ve harama ulaşmada beceriksiz değil, gerçekleri görmede ve doğru yolu bulmada kabiliyetsizdir. Yani onlar kendi iradeleriyle kulaklarını, dillerini ve gözlerini Hakk’ı algılamak, hidayetten ve aydınlıktan yararlanmak, doğrulara vakıf olmak için fonksiyonsuz bırakmışlardır. Bu yüzden onların Hakk’a dönmeleri, hidayete yönelmeleri söz konusu değildir.

       19. Yahut onların durumu; gökten yoğun karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle sağanak hâlinde boşalan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Onlar ölümün dehşeti içinde yıldırımlardan korunmak için parmakları ile kulaklarını tıkarlar; oysa Allah, inkârcıları çepeçevre kuşatmıştır.
       20. Neredeyse gözlerini kapıverecek olan şimşek önlerini aydınlattığında onun ışığında yürürler, karanlık çökünce de dikilip kalırlar. Şayet Allah dileseydi, onları işitme ve görme yeteneklerinden yoksun bırakabilirdi. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.
       21. Ey insanlar, (Siz sadece) sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki (azaptan) korunasınız. Bkz. 2/168
       22. O (Rab) ki yeryüzünü sizin (yaşamanız ve istirahatiniz) için bir döşek, göğü de (faydalanmanız için) bir tavan yaptı ve gökten su indirip onunla size rızık olarak topraktan çeşitli ürünler çıkardı. Siz de artık bunu bildiğiniz halde, Allah’a eşler koşmayın! (Putlar edinmeyin!)
       23. Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında kuşkunuz varsa o zaman aynı değerde bir sûre getirin ve Allah’tan başkalarını da size tanıklık etmeleri için çağırın; eğer doğru sözlü kişilerseniz… Bkz. 10/38, 11/13, 17/88
       24. Eğer bunu yapamıyorsanız -ki kesinlikle yapamayacaksınız- o zaman yakıtı insanlar ve taşlar olan, hakikati inkâr edenler için hazırlanmış ateşten sakının! Bkz. 4/140

       Burada, insanların Allah’la beraber yöneldiği canlı cansız bütün tapınma objeleri “taş” olarak dile getirilmekte ve bunlara tapınan varlıkların güçsüzlükleri de yine taşlarla sembolize edilmektedir. Ayrıca Allah, insana şah (can) damarından daha yakınken (Kaf, 50/16) ve bununla birlikte bağışlayan, merhamet eden, dilekleri kabul eden ve dualara karşılık veren de sadece O iken; kendini korumaktan bile aciz olan varlıklara kulluk eden insanların cehennem yakıtı olacağı hatırlatılmaktadır.

       25. İman edip faydalı ve güzel işler yapanları müjdele! Onlara altından ırmaklar akan cennetler vardır. Öyle ki ne zaman rızık olarak orada bazı ürünler bahşedilse: “Bu, bize daha önce (dünyada) bahşedilenlerin aynısıymış.” diyecekler. Oysa bu, onların aynısı olmayıp, (dünyadakilerin) benzeri olarak kendilerine sunulacaktır. Orada onların tertemiz eşleri/arkadaşları da olacak ve onlar orada devamlı kalacaklardır. Bkz. 3/15 dipnot ve 4/57
       26. Allah, hakikati ortaya koymak için bir sivrisineği hatta (yaratılışta) ondan daha da küçük olan bir şeyi örnek vermekten imtina etmez. İnananlar onun Rablerinden gelen doğru ve uygun bir örnek olduğunu bilirler. İnkârcılar ise: “Allah’ın böyle bir örnek vermesinin ne anlamı var?” derler. Böylece Allah’ın verdiği bu örnekle birçokları sapıtır, birçokları da doğru yola ulaşır. Fakat şu bir gerçektir ki bu örnekle (Allah) ancak fasıkları (yoldan çıkmış olanları) sapıklıkta bırakır. Bkz. 22/73

       Kur’an’da inek (Nahl, 16/66), sinek (Hac, 22/74), böcek (Neml, 27/18; Nahl, 16/68) ve örümcek (Ankebût, 29/41) gibi varlıklardan örnekler verilerek insanın hakikati daha iyi kavraması, tefekkür etmesi ve farklı yollarla tekâmül etmesinin sağlanması hedefleniyor. Bununla birlikte Kur’an, hayvanları, Yaratıcının sanatındaki mahareti ve üstünlüğü dile getiren bir sanat eseri olarak da takdim ediyor. Nitekim Nahl, 16/66’da “Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından(gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz,” buyrulmaktadır. Ama küfürde ısrar edenler: “Bu nasıl ilahi bir kitaptır ki inekten, sinekten, böcekten, örümcekten bahsediyor?” diyerek, ilahi öğretiden gitgide daha da uzaklaşıyor ve küfürde ısrar ediyorlardı. Oysaki bu örnekler, algı alanı ve idrak düzeyi dikkate alınarak insanın inanmasına ve imanının güçlenmesine vesile olan paradigmalardır.

       27. Onlar öyle (fasıklardır) ki (emirlerine kayıtsız şartsız bağlı kalacaklarına dair) Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın sürdürülmesini emretmiş olduğu (sosyal ve insani) ilişkileri keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte onlar hüsrana uğrayanlardır.
       28. Allah’ı nasıl inkâr edebilirsiniz ki? Siz ölü iken, sizi var etti. Sonra sizi öldürecek ve sonra tekrar diriltecek. Sonra ona döndürüleceksiniz. Bkz. 22/66

       Bu âyetin, bazılarının iddia ettikleri gibi reenkarnasyonla yani ölüm sonrasında ruhun, bir başka bedene girmek suretiyle yaşadığı hikâyesiyle bir ilgisi yoktur. Âyette insan hayatının üç safhası anlatılıyor: Yoktan yaratılma, ölüm, ahirette tekrar dirilme. “Siz ölü iken sizi var etti.” yani yokluktan var oldunuz. “Sonra sizi öldürecek” yani misafir olarak bulunduğunuz dünyadan ayrılacaksınız. “Sonra tekrar diriltecek” yani ahiret hayatına başlamak üzere mahşere sevk edileceksiniz.

       29. O (Allah) ki yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı (ve emrinize verdi). Sonra da plan ve tasarımını göklere uygulayıp onları yedi gök şeklinde düzenledi. O, (her şeyi) hakkıyla bilendir. Bkz. 41/12, 65/12, 67/3, 71/15-16

       Kur’an’daki “yedi gök” ifadesiyle ilgili kesin bir şey söylemek doğru olmaz. Zira vahyin geliş amacı; insanlığın manevi düzeyini yükseltmek ve böylelikle onun tekâmül etmesini sağlamaktır. Bu tip konularda dile getirilenler ancak ihtimal düzeyinde kalabilecek birkaç teoridir.
       Başka bir perspektiften bakarak hitap muhatap ilişkisi çerçevesinde değerlendirildiğinde ayet daha kolay anlaşılacaktır. Zira muhatapların kültüründe yedi, aynı zamanda çok fazla anlamında da kullanılırdı. Ayette ifade edilen yedi yer, yedi gök gibi kullanımları da bu şekilde düşündüğümüzde Rabbimizin büyüklüğünü ifade etmek anlamında yani “sizin bildiğiniz bilmediğiniz, yerlerin ve göklerin Rabbi sadece Allah’tır.” demek istenilmektedir.
       Kur’an’da yedi yerde doğrudan ve iki yerde dolaylı olarak “yedi gök” ten söz edilmiş olup (Bakara, 2/29; İsra, 17/44; Müminun, 23/86; Fussilet,141/2; Talak, 65/12; Mülk, 67/3; Nuh, 71/15) sadece bir yerde “yedi yer” den (Talak 65/12) bahsedilmiştir.

       30. Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde (hükümlerimi icra edecek) bir halife (etkili ve yetkili olmaya elverişli insan) yaratacağım.” buyurmuştu. Melekler de: (Ya Rab!) “Seni övgüyle yüceltip takdis eden bizler dururken, orada bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. (Allah da) şöyle buyurdu: “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.”
       31. Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini/özelliklerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek: “Dedikleriniz doğruysa haydi bunların özelliklerini bana söyleyin bakalım!” buyurdu.
       32. (Onlar) dediler ki: “Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Gerçekten (her şeyi) hakkıyla bilen, (her şeyi) hikmetle yapan yalnız Sensin.”
       33. (Allah, Âdem’e:) “Ey Âdem! Eşyanın özelliklerini meleklere bildir.” buyurdu. O da isimleriyle/özellikleriyle/kanunlarıyla onları bildirince (Allah) buyurdu ki: “Ben size dememiş miydim, göklerin ve yerin sırlarını sadece ben bilirim. Ayrıca sizin neyi açığa vurduğunuzu, içinizde neyi sakladığınızı da bilirim.”

       Yani “insanlarla ilgili açığa vurduğunuz endişeleri bildiğim gibi, kendinizi bu makama insandan daha lâyık görme hususunda sakladığınız duyguları da bilirim.”
       
       34. O vakit biz meleklere: “Âdem’e secde edin.” (Onun varlığını kabul edin/önünde hürmetle eğilin) demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis ise yan çizmiş, kibre sapmış ve küstahça böbürlenmişti. Böylece kâfirlerden olmuştu. Bkz. 7/11, 17/61, 18/50, 20/116, 38/76

       “Âdem’e secde edin.” ifadesindeki “secde” emri, Âdem’in topraktan yaratılmış iskeletine/bedenine değil, Allah tarafından ona üflenen ruhadır. İnsan, kendisine Allah tarafından üflenen ruhla birlikte, anlama kabiliyeti, idrâk etme becerisi, şuur, kavramsal düşünme ve görebilme melekeleri ile donanmıştır. Ruh, maddeden yaratılmamıştır. Yani o, atomların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir varlık değil, Allah’ın emriyle meydana gelen şuur sahibi bir kanundur. Böyle olunca da o, çözülmez ve iyonlaşmaya doğru gitmez. Ruhun varlığı Allah ile kaimdir. Allah şuurlu bir kanun olarak ruhu kendi kudretine dayamıştır. Nitekim Hicr 15/29 ve Sad 38/72 ayetlerinde Allah, insanın yaratılışından sonra meleklere hitaben; “Ona belirli bir biçim verip de ruhumdan üflediğim zaman ona secde edin!” buyurmuştur. Buradaki “Ruhumdan üflediğim zaman” ifadesinin hemen arkasından gelen “onun için secde edin” emri ile secde, üflenen ruha bağlanıyor. Buradan da anlıyoruz ki; secde emri, ruhun bu dünyaya geliş ve gidiş sürecindeki refakatçisi ve taşıyıcısı durumunda olan beden elbisesine değil, geçici süreliğine beden elbisesiyle bir araya gelen ruhadır. Yani secde; kendisine üflenen “İlahi Ruh” sayesinde yücelen, şuur sahibi insanadır.

       35. Yine dedik ki: “Ey Âdem! Eşinle birlikte cennette/bahçede kal. Onun nimetlerinden ikiniz de bolca yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın yoksa haddi aşanlardan olursunuz.”
       36. Ama şeytan (cennette ebedî kalmak istiyorsanız bu ağaçtakinden yiyin diyerek) ikisini de içinde bulundukları yerden (bahçeden) çıkardı (ve böylece sahip oldukları konumu yitirmelerine sebep oldu). Bunun üzerine biz de: “(Şeytana uyduğunuz için) birbirinize düşman olarak çıkın gidin! Yeryüzü sizin için belirli bir süreye kadar barınak ve geçim yeri olacaktır (dedik). Bkz. 7/11-24 ve dipnotu, 20/116-123.

       Yani “insanlarla ilgili açığa vurduğunuz endişeleri bildiğim gibi, kendinizi bu makama insandan daha lâyık görme hususunda sakladığınız duyguları da bilirim.”

       37. Bunun üzerine Âdem, Rabbinden ikaz ve uyarı içeren vahiyler aldı, Rabbine itaate yöneldi ve tövbe etti. (Allah da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Çünkü Allah tövbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Bkz. 7/23

       Allah, Hz. Âdem’e nasıl tövbe edeceğini şu ayetle öğretiyor: “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik! Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen mutlaka kaybedenlerden olacağız.” (A’râf 7/23)
       Cennet ebedi bir konaklama yeri olup belli bir olgunluktan ve imtihandan sonra bıkılmayan ve usanılmayan bir yer olarak anlamlıdır. “Cennetten kovulma” denen olay, somut bir durumu anlatmıyor, cennetin bir sonuç olduğunu, peşin verilmesinin anlamsız olacağını vurguluyor.

       38. Onlara dedik ki: “Hepiniz (ilişiğinizi keserek) göç edin oradan.” Yalnız (iyi bilin ki) size (ve neslinize) benden bir hidayet geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa artık onlara (hem dünyada hem de ahirette) korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.”
       39. Hakikati inkâr edip mesajlarımızı ciddiye almayanlar var ya; işte onlar cehennem halkıdır ve onlar orada kalıcıdırlar.
       40. Ey İsrailoğulları (Yakup’un oğulları)! Size verdiğim nimetimi hatırlayın ve bana (iman ve itaat hususunda) verdiğiniz söze vefalı olun ki ben de sözümü tutayım. Ve yalnız ben (im azabım)dan sakının! Bkz. 2/47, 122, 45/16

       “İsrail” Hz. Yakup’un lakabıdır. Bu ayetle Allah; İsrailoğullarından Hz. Musa’ya nebilik vermesi, onları Firavun ve askerlerinden kurtarması, başta Tevrat olmak üzere onlara kitaplar indirmesi, taştan onlar için su çıkarması gibi nimetlerini hatırlatıyor ve onların da Allah’a ve resulüne itaat edeceklerine dair peygamberlerine (Musa’ya) verdikleri söze sadık kalmalarını istiyor.

       41. Sizin yanınızda olan (Tevrat’ın aslın)ı doğrulayıcı nitelikte indirdiğim vahye inanın. Ona inanmayanların öncüleri olmayın! Âyetlerimi de basit çıkarlar karşılığında (dünyalık menfaat için) değiştirmeyin ve yalnız benden, (bana karşı gelmekten ve azabıma uğramaktan) sakının!
       42. Hakkı batıl ile örtüp bile bile gerçeği gizlemeyin. Bkz. 3/71
       43. Namazı ikame edin, zekâtı verin ve rükû eden (mü’min)lerle birlikte siz de rükû edin. Bkz. 6/72 ve namazla ilgili dipnotu.

       Namazla başlayan âyetin devamında gelen; “Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” ifadesi, namazlarınızda teknik olarak rükû olsun anlamındadır.

       44. Siz kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara erdemli olmayı öğütlüyor da kendinizi unutuyor musunuz? Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?

       Yapılan bir öğüdün amacına ulaşabilmesi ve konuşulanların muhatapta karşılık bulması için öğüt verenin anlattıklarını evvela kendi nefsinde yaşaması çok önemlidir. Tebliğde temsil esastır. Temsilin olmadığı yerde tebliğ etkili olamaz. Bütün semavi kitapların asıllarında bu tarz uyarılar çokça görülmektedir. Nitekim Saff suresinin 61/3. Âyetinde, “Allah katında en tiksinti verici şeyin, kişinin yapmayacağı şeyi söylemesi/önermesi,” olduğu anlatılmaktadır.

       45. Hem sabır (ve sebat)la (sıkıntılara katlanarak ve mücadeleye devam ederek) hem de salatla/duayla (Allah’tan) yardım isteyin. Hiç kuşkusuz bu, (yeryüzünde adâlet ve doğruluğu egemen kılmak için verilen mücadele) yürekten Allah’a yönelenler dışında herkes için zor bir iştir. Bkz. 2/153, 6/72 ve namazla ilgili dipnotu, 14/7
       46. (İnananlar) o kimselerdir ki, Rablerine kavuşacaklarını ve sonunda ona döneceklerini iyi bilirler (ve Onun öğretilerine göre yaşarlar).
       47. Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetleri ve bir zamanlar sizi diğer kavimlere karşı (İslam’la şereflendirerek) üstün kıldığımı hatırlayın! Bkz. 2/40, 61 ve dipnotu, 122; 45/16

       İsrailoğulları, Allah’ın elçisi olan Hz. Musa’ya ve onun getirdiği İlahi öğretilere (Tevrat’a) iman ederek, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayan birer “Müslüman” oldukları için Allah onları Musa Peygamber zamanında bütün insanların üstünü kıldı. Buradaki üstünlük, İslam’la şereflendirilmelerindendir.
   
       48. Öyle bir günden sakının ki o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiç kimseden (azaptan kurtulmak için) herhangi bir şefaat (bedel ve karşılık) kabul olunmaz, fidye alınmaz; onlara yardım da edilmez.
Bkz. 2/123, 255; 6/51, 70; 10/3; 21/28; 34/23 ve şefaatle ilgili dipnotu; 53/26.
       49. (Ey İsrailoğulları! Yine hatırlayın ki) işkencenin en kötüsünü size uygulayan, kadınlarınızı (kızlarınızı) bırakıp erkek çocuklarınızı boğazlayan/öldüren Firavun’un adamlarından sizi kurtarmıştık. Bu da Rabbiniz tarafından büyük bir imtihandı. Bkz. 7/141, 28/4 ve dipnotu.

       Bu ve bunun gibi ayetler; İsrailoğullarına, atalarının bir zamanlar içine düştükleri sıkıntılı günleri ve zorluk ve çile dolu o günlerden nasıl kurtulduklarını hatırlatıyor. Ayetin son cümlesindeki; “Bu, sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihandı.” söylemi bunun hem bir imtihan olduğu hem de zorluklarla tekâmül etme amacına yönelik olduğu vurgulanıyor. Böylelikle gerek İsrailoğullarına ve gerekse onlar üzerinden diğer insanlara; beşerî gayretleri ortaya koyduktan sonra, sadece Allah’a teslim olmanın, kurtuluşu yalnız O’ndan beklemenin ve mutlaka onun gösterdiği doğru yolda yürümenin gerekliliği anlatılıyor.

       50. Hani, sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış, Firavun (ve) soyunu/adamlarını siz bakıp dururken boğmuştuk. Bkz. 10/90-92, 43/55-56
       51. Hani, biz Musa ile kırk gece için sözleşmiştik. Sizler ise onun yokluğunda buzağıya taparak zalimlerden olmuştunuz. Bkz. 2/54, 92; 4/153; 7/148-155; 20/88

       Sâmiri adında biri, Musa Peygamber Tur Dağı’na gidince arkasından, halktan topladığı altınları eriterek Mısır dinindeki “Apis” figürünün bir uzantısı olarak altın bir buzağı heykeli yapmış ve çevresindekilere onun tanrı olduğunu telkin ederek ona tapmalarını sağlamıştı. Bu âyet; aynı zamanda her tür maddeyi/metayı ve tabi ki parayı tanrılaştıranlara da bir mesajdır.

       52. Bütün bunlara rağmen, (tövbe edince) şükredersiniz diye biz de sizi affetmiştik.
       53. Hani! Musa’ya; doğru yolu bulmanız ve hak ile batılı ayırt etmeniz için deliller vermiştik.
       54. Musa kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (maddeyi) tanrı edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için hemen, yaratanınıza tövbe edip içinizdeki kötülükleri öldürün (ıslah edin). Bu, yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır.” Böylece Allah tevbenizi kabul etmiş olur. Hiç şüphesiz o, tövbeleri kabul edendir, merhametlidir.
       55. Bir zamanlar: “Ey Musa! Biz Allah’ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız.” demiştiniz de sizi yıldırım çarpmıştı. Siz ise bakıp duruyordunuz. Bkz. 7/155
       56. Ölü bir toplum haline geldikten sonra şükredesiniz diye sizi tekrar hayata döndürmüştük (geri getirmiştik).

       Ayette geçen “mevt/ölüm” terimi; bildiğimiz anlamdaki “ölmek” değildir. Zira uyku ve baygınlık anının da bir nevi ölüm olduğu En’am 6/60 ve Zümer 39/42. ayetlerinde de anlatılmaktadır. Musa peygamberle beraber Tur’a çıkanlara şiddetli yıldırımlar, fırtınalar isabet etmiş ve hepsi de ölmüş gibi baygın olarak yere serilmişti. Allah şükretmeleri için onları bu durumdan kurtarmış ve hayatta kalmalarını sağlamıştı.
       Bu, aynı zamanda toplumsal dinamikler ile ahlaki ve manevi değerler bakımından yok olmaya yüz tutmuş bir toplumun, ilahi vahiyle yeniden yaratılış safiyetine kavuşabileceğini de göstermektedir.

       57. Ve (Tih çölünde, Sina’da sizi güneşin yakıcı sıcaklığından korusun diye) üstünüze bulutları gölge yapmıştık. Size kudret helvası ile bıldırcın indirmiş, “Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin,” demiştik. (Buna rağmen isyan etmişlerdi ama böyle yapmakla onlar) Bize değil, kendilerine zarar vermişlerdi.
       58. Ve yine hatırlayın o günleri (Sina çölünü geçtikten sonra), “Bu beldeye (Kudüs ya da Eriha’ya) girin ve yiyeceklerinden dilediğiniz kadar bolca yiyin. Kapıdan tevazu içinde (şükür) secdesi ederek girin ve “Hıtta!” (Günahlarımızın yükünü üzerimizden kaldır!) diye dua edin ki günahlarınızı bağışlayalım. Çünkü iyilik yapanlara sınırsız mükâfat vereceğiz.” diye vaadimiz vardır. Bkz. 28/5
      59. Derken, onların içindeki zalimler, kendilerine verilmiş olan sözü başka bir sözle değiştirdiler (Tövbe manasına gelen “Hıtta” kelimesini alaya alarak, onu buğday manasında olan “hınta”ya çevirdiler). Bunun üzerine biz de o zalimlere gökten bir bela/azap indirdik.
      60. (Yine) Hatırlayın; Musa kavmi için su aramıştı. O zaman biz ona: “Asanı (bastonunu) kayaya vur.” demiştik (o da vurmuştu ve) ondan on iki pınar fışkırmıştı, böylece her soy (kabile), su alacağı kaynağı bilmişti. Ve (onlara): “Allah’ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (demiştik).

       Kavmi için Allah’tan su isteyen Hz. Musa’ya, asasını belirli bir kayaya vurması emredildi. Asasını kayaya vurunca, oradan on iki farklı pınar fışkırdı.
       Hz. Yakup’un on iki oğlu vardır ve onların soyundan gelenlerin tümüne İsrailoğulları denmektedir. Kur’an’da “İsrail” ismi de Yakup yerine kullanılmıştır. Yakup Peygamber, Hz. İbrahim’in torunudur. Hz. Yakup’a nispetle, İsrailoğulları diye anılan Yahudiler de Hz. Yakup’un on iki oğlu olduğundan, on iki kola ayrıldılar. Böylece her kabileye birer pınar tahsis edildi.

       Allah, Yahudileri dışlanmışlık ve horlanmışlıktan kurtararak kutsal toprakların mirasçısı yapmak için Hz. Musa’nın kontrolünde Mısır’dan çıkarmıştı. İsrailoğullarının da Allah’ın verdiği bu nimetlere karşı emrolundukları gibi yaşamaları gerekiyordu. Fakat onlar, Allah’ın istediği şekilde yaşamak yerine kargaşa, fitne ve bozgunculuğu tercih ettiler. Bu ayette Allah; İsrailoğullarına çeşitli nimetler bağışladığını, buna karşılık onların bu nimetlerle azmamaları ve yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmamaları gerektiğini hatırlatıyor.

       61. Yine bir zaman demiştiniz ki: “Ya Musa, biz artık tek çeşit yemekten bıktık. Rabbine bizim için dua et de bize yerin yetiştirdiği değişik ürünlerden yeşillik, kabak, sarımsak, mercimek, soğan bitirsin…” (Musa da) demişti ki: “Daha hayırlı ve onurlu olan yaşadığımız bu hayatı daha düşük olanla mı değiştirmek istiyorsunuz? O halde utanç içinde Mısır’a dönün (şehre inin); orada istediğiniz şeylere kavuşabilirsiniz.” Böylece, onlara yoksulluk ve aşağılık damgası vuruldu ve Allah’ın gazabına uğradılar. Bu musibet, Allah’ın ayetlerini inkâr etmeleri, nebileri haksız yere öldürmeleri ve isyan edip aşırı gitmeleri sebebiyle gelmişti.

       Hz. Musa zamanındaki İsrailoğullarına Hakk’ı inkârda direnmeleri ve Allah’ın nebilerini öldürmeleri sebebiyle yoksulluk ve aşağılık damgası vurulmuştu. İlk bozgunculuklarına kardeşleri Yusuf’u acımasızca kuyuya atarak başlayan İsrailoğulları, başta Şuayb, Zekeriya ve Yahya peygamberler olmak üzere pek çok peygamberi öldürmüş ve bulundukları yerlerde sürekli fesat çıkarmışlardır.
       İsrailoğullarının, tarihte zaman zaman yükselme dönemleri olmakla birlikte, çoğu zaman da zillete maruz kalma dönemleri olmuştur. Bu âyetle; Firavun’un ve ordusunun yok olup gitmesinden sonra Musa, Davud ve Süleyman peygamberlerin zamanında İsrailoğullarına çok parlak bir dönem yaşatıldığı ve bu nimeti hatırlatarak Allah’a karşı vefasızlık yapmamaları gerektiği vurgulanıyor. Kur’an’da İsrailoğulları ile ilgili pek çok ayete ve kıssaya rastlamak mümkündür. Bunun en büyük sebebi; İsrailoğulları üzerinden “samimi iman” ile “dünyevi bencillik” arasındaki farklılığı ortaya koymaktır.

       62. Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden kim Allah’a ve âhiret gününe inanır ve sâlih amel işlerse (faydalı işler yaparsa) onlara Rableri katında mükâfat vardır. Onlar gelecekten endişe etmeyecek ve geçmişten dolayı da üzüntü duymayacaklardır. Bkz. 5/69, 22/17

       “Sabiîler”; Kur’an-ı Kerim’de üç yerde geçmektedir (Bakara, 2/62; Maide, 5/69; Hac, 22/17). Bu üç yerde de onlardan “Allah’a iman edenler” olarak bahsedilmektedir. Sabiiler’le ilgili ayrıntılı bilgi için Maide sûresi 5/69’un dipnotuna bakabilirsiniz.
       “Yahudi” (Ali İmran 3/67) ismi; İsrailoğullarına, buzağıya tapmaktan tövbe ettikleri vakit takılmış bir addır. Bu ismi, Yakup Peygamber’in en büyük oğlu Yahuza’ya nispet edenler de vardır. Bununla birlikte, Kur’an’da, Hz. Peygamber döneminde yaşayan ve Hz. Musa şeriatına bağlı olan kişileri ifade etmek için de “yehud” kelimesi kullanıldığı gibi, aynı anlamda “hûd” ve “hâdû” kalıpları da kullanılmıştır. İsrailoğulları için Bakara 2/62; Nisâ 4/46; Mâide 5/18; En’am 6/146; Tevbe 9/30; Nahl 16/118; Hac 22/17 ve Cuma 62/6’de kullanılan terkip ise; “Benî İsrail’dir.
       “Nesârâ” ismini ise Hz. İsa’nın geldiği ve halkının yardım ettiği Nasıra kasabasına nispet edenler olduğu gibi, Âl-i İmran sûresi 3/52 ve Saff sûresi 61/14 ayetlerinde yer aldığı şekliyle, Hz. İsa havarilerine; “Allah yolunda benim yardımcılarım (ensârî) kim?” diye sorduğunda onların da “Allah’ın yardımcıları (Ensar) biziz,” cevabındaki “Ensar” kelimesine nispet edenler de olmuştur.
       Kur’an’da anlamları birbirine oldukça yakın olan ve üç kez tekrarlanan bu ayetlerdeki “Kurtuluş” fikri üç şarta bağlanmıştır: Allah’a iman, hesap gününe iman ve sâlih amel yani hayatta doğru ve yararlı işler yapmak. Bu üç ilkenin esas alındığı, ilk insanla başlayan ve son peygamber Hz. Muhammed’le kemale ulaşan tevhid dininin adı: İslam’dır. Vahye dayanan bütün dinlerde dinin temelini oluşturan ilkeler aynıdır. Farklılıklar ise dinî prensiplerin özünde olmayıp, daha ziyade ibadetlerde ve beşerî münasebetlerdeki bazı şeklî detaylara ve şeriata dayalı prensiplerdedir. Bu farklılıklar, toplumların kültürel açıdan ilerlemelerine paralel olarak manevi, ahlaki ve içtimai anlamda tekâmül etmesinin de bir sonucudur.

       63. Hani, (şiddetli bir sarsıntı ile) Tûr (-i Sina) dağını üzerinize (düşüverecek gibi) yükselttiğimiz sırada sizden söz almıştık ve size şöyle emretmiştik: “Size verdiğimiz mesaja sımsıkı sarılın, onun muhtevasını hatırdan çıkarmayın ki bu sayede (kötülüklerden) korunasınız.”
       64. Ama bundan sonra yine yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı her halde hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

       İlahi emirlerden ve evrensel ahlaki kurallardan yüz çeviren toplulukların mutlaka hüsrana uğrayacağı belirtilmektedir.

       65. Andolsun ki içinizden (ibadet etmek yerine balık avlayarak) cumartesi günü yasağını ihlal edenleri biliyorsunuz. (Bu davranışlarından ötürü) onlara: “Aşağılık maymunlar olun!” demiştik. Bkz. 4/47, 154 ve Cumartesi yasağıyla ilgili dipnot, 7/163, 166 ve “Aşağılık maymunlar olun” la ilgili dipnotu, 16/124
       66. Biz bunu hem o zamandakilere hem de sonradan geleceklere bir ibret ve sorumluluk bilinciyle yaşamak isteyenlere de bir nasihat kıldık.
       67. Hani Musa, kavmine: “Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor.” demişti de onlar “Bizimle alay mı ediyorsun?” demişlerdi. O da (onlara) “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım!” diye cevap vermişti.
       68. (Onlar) demişlerdi ki: “Bizim için Rabbine yalvar da o sığırın niteliklerini bize bildirsin.” (Musa) demişti ki: “Allah buyuruyor ki: O (sığır) ne yaşlı ne körpe, ikisi arasında orta yaşta dinç bir sığırdır. Artık emrolunduğunuz işi yapın!”
       69. “Bizim için Rabbine yalvar da onun rengini de açıklasın.” (Bunun üzerine Musa): “O (Rabbim) diyor ki: O, bakanlara ferahlık verecek sapsarı bir inektir.” demişti.
       70. (Ey Musa!) “Bizim için, Rabbine yalvar da onun tam olarak nasıl bir şey olduğunu bize açıklasın, (çünkü) bize göre tüm sığırlar birbirine benzer. Allah dilerse elbette biz doğru yolu buluruz.” demişlerdi.
       71. (Musa) demişti ki: “(Allah) buyuruyor ki: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir.” Bunun üzerine onlar: “İşte şimdi gerçeği anlattın,” diyerek tanımlanan sığırı kestiler. Ama az kalsın bu emri yerine getiremeyeceklerdi.

       Aslında buradaki emri olduğu gibi alıp fazla detaya girmemeleri gerekirdi. Yani emri uygulayın, kendinize daha da zorlaştırmayın denmektedir. “Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın. Eğer onları Kur’an indirilirken sorarsanız, size açıklanır…” (Maide, 5/101) ayeti de bu tezi doğrulamaktadır. Hz. Musa’nın kavminin herhangi bir ineği kesmesi yeterli olacaktı. Fakat bugün birçok konuda olduğu gibi o günün insanı da basit bir inek kesme emrini bile o kadar abarttı ki, sonunda kendileri de işin içinden çıkamaz hâle geldiler. Fakat vahiy devam ettiği için sorun çözülmüş oldu. Ancak bugün için aynı imkân söz konusu değildir. Kur’an’ın emirlerini olduğu gibi alıp, aklın ve vicdanın sesini dinleyip, vahyin bu konuyla ilgili diğer öğretileriyle de bir araya getirerek netice almak durumundayız. Aksi takdirde uydurma hurafelerle bizden istenileni, asıl mecrasından, varması gereken yerden çıkarmış oluruz.

       72. Hani, bir kimseyi öldürmüştünüz de suçu birbirinizin üstüne atmıştınız. Oysa Allah, sizin örtbas ettiğiniz her şeyi açığa çıkarandır.
       73. (Bu amaçla) dedik ki; “Haydi, şimdi öldürülen bu adama, kesilen ineğin bir parçasıyla vurun!” Allah ölüleri bu şekilde diriltir ve size âyetlerini gösterir. Umulur ki bu sayede aklınızı işletirsiniz.

       İsrailoğullarından birisi bir adamı öldürmüş ve o, bu olayın aydınlatılması için Hz. Musa’ya gitmişti. Ortada bir şahit olmadığından, katilin bulunması konusunda Hz. Musa da işin içinden çıkamamıştı. Allah, gerçeğin ortaya çıkmasını ve bunu öldürülen adamın dilinden açıklamayı murad etmişti. Bunun için de bir sığır kesmelerini ve kesilen sığırın bir parçasıyla maktule vurmalarını emretmişti. Emri alan İsrailoğulları; bu vecibeyi yerine getirerek bir sığır kesmiş ve kesilen sığırın bir parçasıyla ölen adama vurmuşlardı. Bunun üzerine ölen adam dile gelerek kendisini öldürenin Hz. Musa’ya gelen adam olduğunu söylemişti. Bu olayla; hem insanların kavrayamadığı Allah’ın yeniden yaratma konusundaki gücü somut bir örnekle gösterilmiş hem de çok büyük düşmanlıklara neden olabilecek bir olay aydınlığa kavuşmuştu.

       74. Ne var ki bundan sonra (ibret almanız gerekirken) kalpleriniz yine katılaştı; taş gibi, hatta daha da katı (oldu). Çünkü taşlardan öyleleri vardır ki içlerinden ırmaklar akar; öyleleri vardır ki çatlar da bağırlarından sular fışkırır, öyleleri de vardır ki Allah’a karşı duyduğu saygıdan yuvarlanıp aşağı düşer. Allah yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.

       Burada inkârcılara ve Allah’ın emirlerine duyarsız kalanlara “taş” benzetmesi üzerinden derinden verilen bir mesaj vardır. Kimi zaman akılsız ve şuursuz da dediğiniz duyarsız insanlar için “taş kalpli” tabirini kullanırsınız. Hâlbuki o taşlar bile Allah’ın kanunlarına koşulsuz boyun eğerken; akıl, idrak ve irade sahibi olan sizler, size karşı sonsuz merhamete sahip olan Yaratıcınıza karşı nasıl olur da saygısızlık edersiniz, hangi cüretle onun emirlerine başkaldırırsınız? denmektedir.

       75. Şimdi siz (ey mü’minler) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Aksine, birçoğu Allah’ın kelamını dinler ama onu anladıktan sonra bilerek çarpıtırlar. Bkz. 2/14
       76. (Onların ikiyüzlüleri) İnananlarla karşılaştıkları zaman: “Biz de iman ettik.” derler. Kendi aralarında baş başa kaldıklarında ise: “(Ne yapıyorsunuz?) Allah’ın size açtıklarını (Tevrat’taki bilgileri), Rabbiniz katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara anlatıyorsunuz? Aklınızı kullanmayacak mısınız?” derler. Bkz. 2/146 ve dipnotu.
       77. Onlar bilmezler mi ki Allah, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir.
       78. İçlerinde bir takım ümmîler (İlâhi kelâmın gerçek bilgisine sahip olmayanlar) vardır ki Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Ve onlar ancak zanna/kuruntuya dayanırlar.

       O gün Tevrat’a dair hiçbir bilgisi ve ilgisi olmayan, ilahi mesajla bağdaşmayan batıl inançla yaşayan, zannını ve töreyi din edinmiş Ehl-i Kitab üzerinden; bugün Kur’an’ı bilmeyen, anlamayan, anlamak için bir gayret göstermeyen, Kur’an’ın dilini kutsayarak, anlamak için kendi diline çevirmeyen ve bununla birlikte din adına içselleştirdiği hurafeleri de dinin aslı zanneden, gelenekleri vahyin önüne geçiren Müslümanlara da bir atıf vardır.

       79. Kendi elleri ile kitabı yazdıktan sonra karşılığında az bir dünyalık menfaat için: “Bu, Allah katından geldi.” diyenlerin vay haline! Kendi elleriyle kaydettiklerinden ötürü yazıklar olsun onlara! Ve yine bütün o kazandıklarından ötürü yazıklar olsun böylelerine!

       Bu ayetlerle; Tevrat’ta tahrifatın yapıldığı ve Yahudilerin dünyalık menfaat için kendi yazdıklarını, “Allah’ın ayetleri,” diye Tevrat’ın içine sokarak insanları inandırmaya çalışmaları anlatılıyor. Aynı zamanda bir önceki ayette olduğu gibi bu ayetle de o günün Yahudileri üzerinden, bugünün Müslümanına; Kur’an dururken ya da ilahi emirde her şey açık ve net olarak ortaya konmuşken, vahyin önüne geçerek insanların yazdıkları ya da ortaya koyduklarıyla amel etmenin doğru olmayacağı yönünde de bir mesaj veriliyor. Dini okuyup öğrenmenin önemi de açıkça ortaya çıkıyor. Malum günümüzde birtakım insanlar tarikat, cemaat, dernek, vakıf adı altında iyi niyetli, temiz, inançlı fakat dinini bilmeyen insanları İslam’a hizmet adı altında şahsi çıkar ve menfaatlerine hizmet ettirebiliyor.

       80. Onlar: “Sayılı birkaç gün dışında bize ateş asla dokunmayacaktır.” derler. Onlara de ki: “Allah’tan bir söz mü aldınız? Aldıysanız ne âlâ, Allah sözünden asla caymaz.” Yoksa bil(e)mediğiniz şeyleri Allah adına mı söylüyorsunuz? Bkz. 3/24

       Yahudiler, Allah’ı kendilerinin millî tanrıları, kendilerini de Allah’ın imtiyazlı kulları olarak görüyorlardı. Bu âyette Allah; Yahudilerin kutsadığı “üstün ırk” anlayışını ve dolayısıyla da toplumsal özellikleri, ırksal özelliklere indirgemeyi ve böylece herhangi bir ırkın öteki ırklara üstün olduğu öğretisini reddediyor.

       81. Hayır! İş onların sandığı gibi değil. (Hangi ırka, hangi dine ve hangi kültüre mensup olursa olsun) her kim bir kötülük işler de kötülüğü kendisini çepeçevre kuşatırsa (kötülüğü yaşam biçimine dönüştürürse); işte onlar cehennem halkıdırlar. Onlar, orada kalacaklardır.

       Kötülük işleyen kimseler, yaptıkları kötü işlerin zararının, bütün çevreyi etkiledikten sonra kendilerine de mutlaka bulaşacağını bilseler ve bunun sonucunu düşünseler kötülük yapmazlar. (Fatır, 35/43) İmanın eksikliğinden ve vicdanın zayıflığından ötürü, kötülüklere zararlı ve günah gözüyle bakılmadığı için o kötülükler, ayette de ifade buyrulduğu gibi, kişiyi çepeçevre kuşatır ve kötü bir insan tipi ortaya çıkarır. Böylece kötülüklerin işlendiği ve kötü insanların çoğaldığı toplumlar meydana gelir ve bu toplumlar, dünyanın gidişatını da kötü yönde etkiler. Kötülüğü yaşam biçimine dönüştürenlerse muhataplarıyla ve kötülükleriyle aynı dünyada yaşadıkları için farkında olmadan kendilerine de kötülük etmiş olurlar.

       82. İman edip faydalı eylemde bulunanlar ise cennet halkıdır. Onlar da orada kalacaklardır.
       83. Ve bir vakit İsrailoğullarından şöyle söz almıştık: “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlara, öksüzlere ve biçarelere de iyilik edeceksiniz. İnsanlarla güzellikle konuşacaksınız, namazlarınızı ikame edeceksiniz ve zekâtı vereceksiniz.” Sonra pek azınız hariç, sözünüzden döndünüz. Hâlâ da yüz çevirmeye devam ediyorsunuz.
       84. (Yine) birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan sürmeyeceksiniz diye de sizden söz almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız. Hâlâ da (buna) tanıklık etmektesiniz (bu ahitleri Tevrat’ın aslında da görmektesiniz).

       Hz. Muhammed’e peygamberlik vazifesi verildiği zaman, Arabistan’da, özellikle Medine’de kalabalık bir Yahudi topluluğu yaşıyordu. Son peygamberin geleceğini onlar da biliyordu; fakat onun kendi ırklarından olmasını bekliyorlardı. Hâlbuki peygamberin onların ırkından gelmesinin ne maddi ne de manevi olarak onlara kazandıracağı bir şey yoktu. Çünkü bir toplumun içinden bir peygamber çıkıyorsa bu o toplumun iyi olduğu anlamına gelmemekle birlikte, aksine o toplumun yaratılış safiyetinden ve fıtratından uzaklaştığını ve insanlığını kaybetmeye başladığını gösterir. Yahudiler, bu gelen peygamber kendi ırklarından olmayınca onu hazmedemediler ve sürekli ona karşı düşmanlık beslediler. Daha önce birçok peygamberi öldüren İsrailoğulları, Hz. Muhammed’e karşı da sürekli entrikalar ve onu yok etmeye yönelik eylemler planladılar.

       85. (Buna rağmen) birbirinizi öldürüyor ve içinizden bazılarını yurtlarından sürüyor, onlara karşı kötülük ve düşmanlık için aranızda iş birliği yapıyorsunuz. Onları sürgüne göndermeniz yasaklandığı halde sürgüne gönderiyorsunuz. Sonra size esir olarak geldiklerinde ise fidye alışverişi yaparak kendilerini kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitap’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Oysa içinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında rezillikten başka bir şey değildir. Onlar kıyamet günü de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

       İslam’dan önceki dönemde Medine Yahudilerinden Benî Kaynukâ, Benî Nadîr ve Benî Kurayza kabileleri iki fırkaya ayrılmışlardı. Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabileleri ise sürekli birbirleriyle savaş halindeydiler. Yahudi olan Benî Kaynukâ ve Benî Nadîr, Hazrec kabilesinin müttefiki olduğu halde yine Yahudi olan Beni Kurayza kabilesi ise Evs’in müttefikiydi. Böylece, Evs ve Hazrec kabileleri arasında yapılan savaşlarda; Yahudiler, farklı müşrik gruplarıyla ittifak halinde oldukları için kendi dinlerinden olan öteki Yahudileri de öldürüyorlardı. Allah, gönderdiği bu ayetle Yahudiler arasındaki entrikaları ortaya sermektedir. Yoksa siz Kitap’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Demek: İnsanların menfaatleri gereği işlerine gelmeyen emirleri tevil etmemeleri gerektiğinin altını çiziyor.

       86. Onlar, âhiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden onların ne azabı hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.

       Dünya hayatının geçici menfaatleri için ahiretin bitip tükenmeyecek nimetlerini elinin tersiyle itmenin çok ağır bedelleri olacağı vurgulanıyor.

       87. Andolsun ki Musa’ya Kitap’ı (Tevrat’ı) verdik, arkasından birtakım resuller de gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya açık deliller (mucizeler) verdik ve onu Cebrail ile de destekledik. Size her ne zaman bir resul nefislerinizin hoşlanmayacağı ilahi bir mesaj getirse siz büyüklük taslayarak; (gelen resullerin) bir kısmını yalanlayacak bir kısmını da öldürecek misiniz? Bkz. 3/48-49
       88. Onlar: “(Kur’an’ı anlamak hususunda) kalplerimiz perdelidir (Hak adına başka bilgiye ihtiyacımız yok).” dediler. Aksine, hakikati kabullenmeyi reddettikleri için Allah onları rahmetinden dışlamıştır. Bunun içindir ki onların çok azı iman eder.

       89. Kendilerine ellerindekini (Tevrat’ın aslını) tasdik eden bir kitap (Kur’an) gelince (Yahudiler) onu inkâr ettiler. Oysa daha önce (bu kitabı getirecek resul ile) inkârcılara (müşriklere) karşı yardım istiyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (bu resul) kendilerine gelince bu sefer (bu İsmailoğullarındandır, İsrailoğullarından değildir diye) kendileri onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın lâneti bütün inkârcıların üzerinedir.

       Müslümanlarla Yahudiler arasında bu hadiseler yaşanırken, Yahudilerin elindeki Tevrat’ın tahrif edilmemiş bölümlerinde ise aynen şöyle yazıyordu: “Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir elçi çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyarak ona emredeceğim her şeyi onlara aktaracak.” (Tesniye 18)

       90. Allah’ın, kullarından dilediğine nebilik (yani Araplardan bir yetime peygamberlik) ihsan etmesini kıskandıkları için Allah’ın indirdiğini (Kur’an’ı) inkâr ederek kendilerini harcamaları/satmaları ne kötü bir şeydir! İşte Yahudiler, Allah’ın bir gazabından (İsa ve İncil’i inkâr ettiklerinden dolayı azaba uğramalarından) sonra (Kur’an-ı inkâr ettiklerinden dolayı da) başka bir azaba tutuldular. O inkârcılar için ayrıca (ahirette de) hor ve zelil edici bir azap vardır.
       91. Kendilerine: “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) iman edin.” denildiği zaman: “Biz sadece bize indirilene (Tevrat’a) inanırız.” derler ve ondan başkasını inkâr ederler. Hâlbuki o Kur’an, kendi ellerinde bulunan Tevrat’ı(n aslını) doğrulayan hak bir kitaptır. Onlara de ki: “Gerçekten size indirilene inanıyor idiyseniz niçin daha önce Allah’ın nebilerini öldürüyordunuz?”
       92. Andolsun ki, Musa size apaçık delillerle geldi. Siz ise onun yokluğunda (Tur Dağı’na gittikten sonra) kendinize yazık ederek buzağıya taptınız. Bkz. 2/51, 7/148-155

       Hani Musa Peygamber, Tur Dağı’na gidince arkasından Samiri, halktan topladığı altınları eriterek altın buzağı heykeli yapmış ve İsrailoğullarını bu heykele taptırmıştı ya, işte Allah, yapılan bu saçmalığı burada tekrar hatırlatarak, artık İsrailoğullarının akıllarını başlarına devşirmelerini; saçmalıklara, tutarsızlıklara, entrikalara ve cinayetlere son vermelerini istiyor.

       93. Hani, “Size verdiğimiz Tevrat’ı kuvvetle tutun, emirlerini dinleyip gereğince amel edin” diye Tur’u üzerinize kaldırıp, sizden sağlam söz almıştık. Onlar da “Kulağımızla işittik, kalbimizle isyan ettik.” demişlerdi. Çünkü küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı/madde sevgisi sinmişti. Onlara de ki: “Eğer inanan kimseler iseniz, imanınız size ne kötü şey emrediyor.” Bkz. 4/154, 7/171

       Burada o günün Yahudileri üzerinden Müslümanlara ve bütün insanlara bir mesaj var. Yahudilerin vaktiyle Tevrat’taki ilahi emirleri uygulama konusunda kesin söz vermelerine rağmen ortaya koydukları davranışlar yadırganıyor. Bu örnekten hareketle, Hz. Muhammed aracılığıyla gelen vahiy mesajının muhataplarının da aynı duruma düşmemesi konusuna dikkat çekiliyor.

       94. (O Yahudilere) de ki: “Eğer Allah katında ahiret yurdu (cennet), diğer insanlara değil de sadece size mahsus ise ve (bu iddianızın da) doğru olduğunu düşünüyorsanız, hemen ölümü isteyin (ki cennete kavuşup dünyanın sıkıntısından kurtulun)!” Bkz. 62/6

       Öyle ya, madem Allah onlara o kadar yakındır ve madem cennet sadece onlar için ve onlar da cennet için yaratılmıştır; o halde ne diye dünyanın kahrını çekiyorlar, neden dünyaya hâkim olmak için mücadele veriyorlar, niçin ırklarını üstün tutmaya çalışıyorlar? Bu âyet Yahudilerin anlamsız iddialarına ve mesnetsiz beklentilerine cevap verir niteliktedir.

       95. Oysa onlar kendi (iradeleriyle) işlemiş oldukları (günahlar) yüzünden ölümü kesinlikle istemezler. Hiç şüphesiz, Allah zalimleri hakkıyla bilendir.
       96. Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister ki bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan kurtaracak değildir. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarını çok iyi görmektedir.

       Buradaki soru; madem onlar Allah tarafından seçilmiş bir millet ve cenneti sadece kendileri hak ediyor, o halde ne diye her biri bin yıl yaşamak istiyor ya da bin yıl yaşayacakmış gibi planlar yapıyor? 94. âyette de ifade edildiği gibi; ölümü isteseler ya! İsteyemezler, çünkü yaptıkları yüzünden azaba uğratılacaklarını bilirler. İnsan; dünya ve ahirete bir bütün olarak bakmayınca ve dünyayı da bu bütünün küçük bir parçası olarak görmeyince, dünya hayatına/dünyalıklara düşkünlüğü onu ahiret bilincinden koparır ve böylece kendini azaba yaklaştıracak eylemlerde bulunur. Oysa ahiret hayatı; Allah’ın insanlara bağışlamış olduğu bir nimettir. İnsanın ahirete inanması ve orada dünyada yaptıklarının karşılığına göre yaşayacağını bilmesi; canlı, adil, doğru, tarafsız, ilkeli, tutarlı ve ideal bir hayatın oluşmasını sağlar. Ahiret inancı insana sorumluluk duygusu kazandırır, onu kötülük yapmaktan ve kötü yaşamaktan sakındırır, iyiliğe ve doğruluğa yönelterek ahlak ve fazilet sahibi yapar.

       97. De ki: Kim Cebrail’e düşmansa iyi bilsin ki hem senden evvel indirilen kitapların doğruluğunu bildiren hem de inananlara doğru yolu gösteren ve bir müjdeci olan Kur’an’ı Allah’ın izniyle senin kalbine o (Cebrail) indirmiştir.

       İsrailoğulları; beklediği son peygamber aralarından çıkmayınca peygamberi seçmek ve ona vahyi iletmek sanki tek başına Cebrail’in yaptığı bir işmiş gibi Cebrail’e karşı düşmanlık beslemeye başladılar ve başlarına gelen bütün felaketlerin sorumlusu olarak onu gördüler.
       
       98. Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cebrail’e, Mikail’e düşmanlık beslerse (bilsin ki) Allah inkârcılardan nefret edendir.

       99. Biz sana apaçık âyetler indirdik. Yoldan çıkmış olanlardan başkası onları inkâr etmez.
       100. Onlar ne zaman söz verdilerse aralarından bir grup onu bozup sözünden dönmedi mi? Zaten onların çoğu güvenilir değildir.
       101. Onlara ne zaman Allah tarafından yanlarındakini (Tevrat’ın aslını) doğrulayan bir resûl geldiyse, kendilerine Kitap verilenlerden bir topluluk, sanki hiç bilmiyormuş gibi Allah’ın kitabını arkalarına attılar.
       102. (Tevrat’ı bırakıp sihirle meşgul olan Yahudiler) Süleyman (Peygamber)in hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tinetli insanların) uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat o şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki Hârût ve Mârût adlı iki güç sahibine ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Hâlbuki o ikisi: “Biz yalnızca bir fitneyiz (imtihan vesilesiyiz, sihri caiz görüp de) sakın küfre sapma(yın)!” demedikçe, hiç kimseye (sihir adına bir şey) öğretmiyorlardı. Fakat (bazı düzenbazlar) o ikiliden erkekle karısının arasını açan sihri/haram tılsımları öğreniyorlardı. Oysa onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen (onlar böyle yaparak) kendilerini zarara uğratacak ve fakat kendilerine hiçbir fayda getirmeyecek şeyleri öğreniyorlardı ve Andolsun, onu (büyücülük sırlarını) satın alanın ahirette hiçbir payı olmadığını da biliyorlardı. Karşılığında kendi nefislerini (ve ahiret nimetlerini) sattıkları şeyin ne kadar kötü (pişmanlık verici) bir şey olduğunu bilselerdi (böyle davranmazlardı).

       Eski toplumlarda sihir (büyü ve efsun) yapmak ve sihre inanmak çok yaygındı ve bunu sanat edinenlere de “sihirbaz” denirdi. Sihrin değişik yolları ve pek çok çeşitleri vardı. Sırf “gözbağcılık” tan ibaret sihirler olduğu gibi, ruhlar üzerinde etkili olan, karıkoca arasını açan, aile yuvasını yıkan, komşuları birbirine düşüren ve toplumu fesada uğratan sihirler de vardı. İşte bunun içindir ki İslam dini, sihri bütünüyle yasaklamıştır. Nitekim Taha suresi 20/69. Ayette “…Sihirbaz nereye varırsa varsın, hiçbir yerde iflah olmaz.” buyrulmuştur.
       O tarihte sihir, insanların hayatlarına öylesine girmişti ki dinî inançları bile etkiler vaziyetteydi. Bu yüzden Yahudiler, Hz. Süleyman’a verilen mucizeleri de sihir olarak düşünmüşler ve Süleyman peygamberin saltanatını yıkmak için de yine sihre başvurmuşlardı.
       Hz. Süleyman, Hz. Davud’un oğlu olup hem peygamberlikle vazifelendirilmiş hem de peygamberlerin hayalini gerçekleştirerek Allah’ın adını her tarafa duyuran bir güce sahip olmuştur. Kur’an’ı Kerim’de 16 yerde kendisinden bahsedilen Hz. Süleyman, farklı canlılarla diyalog kurma, rüzgârı kullanma gibi müstesna yeteneklere de sahipti.

       103. Eğer onlar iman edip Allah’ın istediği gibi yaşasalardı, Allah katından onlara erişecek olan ödül elbette daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilmiş olsalardı!
       104. Ey inananlar! (Resûle) “Râinâ” (bizi güt) demeyin! Onun yerine: “Unzurnâ” (bize karşı tahammüllü ol, bizi gözet, bizi yönet) deyin ve ona kulak verin. Çünkü hakikati inkâr edenleri şiddetli bir azap beklemektedir. Bkz. 4/46, 5/13

       “Bizi güt” anlamına gelen “râinâ” kelimesi; Arap Yahudileri tarafından o günkü konuşma dilinde, sövme ifadesi olarak da kullanılırdı. Yahudiler içlerindeki düşmanlığı kelime oyunlarıyla da ortaya koyarak İslam’ın peygamberini “Râinâ” kelimesiyle küçük düşürmeye çalışıyorlardı. “Râinâ”: bizi güt yani, peygamberin hitap ettiği kitleyi düşünemeyen, sorgulamayan sürü yerine koyan ve bu sürünün başındaki kişiyi de çobanları olarak gören bir alay kelimesi olarak kullanıyorlardı. Bunun üzerine Allah, inananlara aynı ifadeyi kullanmamalarını, onun yerine doğru olan “unzurnâ/bizi yönet” kelimesini kullanmalarını emretti.

       105. Kitap ehlinden olan inkârcılar da müşrikler de Rabbinizden size hiçbir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise (iyi niyet ve eyleminden dolayı) dilediğine/dileyene rahmetini tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.

       Burada yapılan vurgu; önceki vahyin takipçileri olan Yahudilerin ve Hıristiyanların, kendileri dışında herhangi bir topluma vahyin bahşedilmesine karşı çıkmaları, müşriklerin de vahiy ile toplumun kendi çıkar ve menfaatlerinin aksine barış, esenlik, adalet içerisinde yaşamayı kabul etmemelerinedir.

       106. Biz yürürlükten kaldırdığımız veya unutturduğumuz herhangi bir mesajı mutlaka daha iyisi veya benzeri ile değiştiririz. Allah’ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?

       Ayette ifade edildiğine göre; önceden nazil olmuş bir mesajın, sonradan gelen bir başka mesajla yürürlükten kaldırılmasına “nesh” denilmektedir. Bu âyette ortaya konulan gerçek; Tevrat ve İncil gibi eski kitapların mesajının yerini Kur’an mesajının almasıdır. O Kitaplardaki öğretilerin bir kısmı Âl-i İmran 3/3 ve Fatır 35/31. ayetlerinde ifade edildiği gibi; Kur’an’da yerini almış ise de bir kısmı yeni hükümlerle yürürlükten kaldırılmıştır. Allah, vahyin iniş süreci boyunca coğrafi şartların ve sosyal hayatın gereği olarak pedagojik bir eğitim metoduyla insanlığın maddi ve manevi gelişimine göre Kitaplar, şeriatlar göndermiş; bu âyette ve Âl-i İmran 3/50’de görüldüğü gibi öncekilere ait bazı hükümleri de bu süreçte yürürlükten kaldırmıştır. Nitekim bu durumu açıklar manada Kur’an’ı Kerim’de; “…Her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik…” (Maide 5/48) buyrulmaktadır.

       107. Göklerin ve yerin mülkünün Allah’a ait olduğunu bilmez misin? Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
       108. Yoksa vaktiyle Musa’yı sorguya çektikleri gibi siz de resullerinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Her kim, hakikate inanmak yerine onu inkâr etmeyi tercih ederse doğru yoldan sapmış olur.

       Bu ayet, bazı Müslümanların Kur’an mesajının gerçekliğinin deruni kanıtını yeterli bulmayıp Hz. Peygamber’den vahyin dışında açık deliller ve mucizeler getirmesini istemeleri üzerine nazil olmuştur ki bu ayette de onların durumu Hz. Musa’nın kavminin durumuna benzetilmektedir. Kur’an’ın pek çok yerinde anlatıldığı üzere, Hz. Musa ne zaman yeni bir emir verse ve ne zaman yeni bir yükümlülük bildirse Yahudiler hemen karşı çıkar ve farklı istekler öne sürerek gelen emri gölgede bırakmak isterlerdi.

       109. Kitap Ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra içlerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imandan sonra küfre döndürmek isterler. (Ey inananlar! Savaş, cizye ve benzeri şeylerde) Allah’ın emri/tedbiri gelinceye kadar onları bağışlayın (gerek sözle gerekse eylemle onlara ilişmeyin) ve onları hoşgörün (müsamahalı davranıp idare edin). Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir. Bkz. 3/99, 186, 4/44

       İnkârcıların fütursuz ve sınırsız baskıları her geçen gün daha da artınca, İslam’ın ilk zamanlarındaki bu uygulama Tövbe sûresinin 9/5 ve 9/29. ayetleriyle kaldırılarak, inananlara savaş için izin verilmiştir.

       110. Namazı ikame edin, zekâtı verin (mali yükümlülüğünüzü yerine getirin). Çünkü kendiniz için önceden yaptığınız her iyiliği Allah katında mutlaka bulacaksınız. (Unutmayın ki) Allah bütün yaptıklarınızı görendir. Bkz. 6/72 ve namazla ilgili dipnotu.
       111. Onlar: “Yahudilerden ve Hıristiyanlardan başka hiç kimse Cennet’e giremeyecek.” dediler. Bu onların kendi kuruntularıdır. Sen de ki: “İddianızda tutarlı iseniz haydi delilinizi ortaya koyun!”
       112. Hayır, kim işini güzel yaparak yüzünü (kendini ruhu ve bedeniyle) Allah’a teslim ederse Rabbi katında mükâfatını görecektir ve böylelerine kaygılanacak ne de korkacaktır.

       Ayette geçen “vech/yüz” terimi; soyut anlamıyla kişinin bütün varlığını, bütün dikkat ve duyarlılığını, ruhunu ve bedenini dile getirmek için kullanılmıştır. Klasik Arapçada “vech/yüz” ifadesi; insanın özünü, bütün kişiliğini yahut bütün benliğini anlatmak için kullanılırdı. Kur’an’da çokça tekrarlanan bu ifade, bu iki kullanımı da içererek burada da kişinin her şeyiyle kendini Allah’a teslim etmesi anlamında kullanılmıştır.

       113. Yahudiler: “Hıristiyanlar (dinde sağlam) bir temele dayanmamaktadır.” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudiler (sağlam) bir temele dayanmamaktadır.” dediler. Oysa hepsi de Kitap’ı okuyorlar. Gerçeği bilmeyenler de onların dediğini söylemişlerdi. Kıyamet günü Allah, anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verecektir.
       114. Allah’ın mescitlerinde onun isminin anılmasını (ve İslami hakikatlerin konuşulmasını) engelleyen ve (İslam nizamının kurulması ve korunması için inşa edilen) o yapıların yıkılmasına çalışan kimseden daha zalim kim olabilir? Böyleleri oralara (istedikleri gibi değil) ancak korkarak/saygı duyarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.

       Ayet; müşriklerin durumunu anlatan bir muhteva ile gelmiş olsa da Allah’ın mescitlerinde ya da onun nizamının kurulması ve korunması için inşa edilen yapılarda, onun isminin katıksız olarak anılmasından yana tavır koymayan, tevhidi duruşa zarar veren şirk içerikli söylemlerle ve hurafe dolu anlatımlarla camileri/mescitleri/dine hizmet için inşa edilen yapıları gerçek fonksiyonunun dışına çekerek Allah’a ibadet etmekten ve onun öğretilerini konuşmaktan uzak tutan bugünün Müslümanına da uyarı niteliğindedir.

       115. Doğu da Allah’ındır Batı da. Ne tarafa yönelirseniz yönelin Allah’ın yönü orasıdır. Unutmayın ki Allah, her şeyi kuşatandır (her yerde vardır ve gücü sınırsızdır), her şeyi (hakkıyla) bilendir. Bkz. 2/142-150

       Müslümanlar, kıblenin değiştirilmesi gününe kadar, Beyt’ül-Makdis’e (Kudüs’teki mescide) doğru namaz kılıyordu. Hatta Medine’de yapılan mescidin kıblesi de bir süre (16 ay) Mescid-i Aksa idi. Hicretin ikinci yılında (Bakara sûresi 2/144) kıblenin Kâbe’ye doğru döndürülmesiyle Yahudiler Müslümanların zihnini bulandıran ve kafalarını karıştıran söylemlere başlamışlardı. Bunlardan birisi; “Müslümanların, kıblenin değiştiği güne kadar yaklaşık 2,5 yıl yanlış yöne doğru yöneldikleri için namazlarının boş ve geçersiz olduğu” iddialarıydı. Bir diğeri ise; “Mademki Müslümanlar namaz kılarken bizim kıblemize dönüyorlar, o halde bizim kıblemiz haktır ve kıblesi hak olanın dini de haktır. Öyleyse dinimize neden uymuyorlar da yeni bir dinin geldiğini iddia ediyorlar?” demeleriydi. İşte bu ayetle aynı zamanda Yahudilerin bu iddialarına da cevap verilmiş oluyor.

       116. “Allah, çocuk edindi.” dediler. Hâşâ! O, yücedir. Göklerde ve yerde olanların hepsi onundur, hepsi ona boyun eğmiştir. Bkz. 5/17, 72, 9/30, 16/57, 43/15, 53/21

       Yahudiler, Üzeyir peygamberin Allah’ın oğlu olduğunu (Tevbe 9/30) ileri sürüyordu. Hıristiyanlar ise Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu (Maide 5/17) iddia ediyordu. Müşrikler de meleklerin Allah’ın kızları olduğunu (Nahl 16/57) söylüyordu. Bu âyet; kendisine isnat edilen bu saçmalıklardan Allah’ın münezzeh olduğunu ortaya koymaktadır.

       117. Gökleri ve yeri (herhangi bir bir örnek/model olmaksızın) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluş sürecine girer.
       118. (Ehl-i Kitap’tan ve müşriklerden bir takım) bilgisizler: “Allah (senin elçiliğin konusunda) bizimle konuşmalı ya da bize bir mucize gelmeli değil miydi?” dediler. Onlardan öncekiler de onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. Kalpleri nasıl da hep birbirine benziyor. Gerçekte biz, bütün delilleri, yürekten inanıp tasdik etmeye niyetli olanlar için açık ve anlaşılır kıldık.
       119. (Ey Muhammed!) Biz seni hak üzere müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin. Bkz. 17/105, 25/56, 33/45, 34/28, 35/24, 48/8
       120. Sen onların kendi dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmayacaklardır. De ki: “Kuşkusuz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur.” Eğer sana gelen bunca ilimden sonra bunların boş ve iğreti arzularına uyarsan, Allah katından ne bir dostun/destekçin olur ne de bir yardımcın. Bkz. 3/100, 118-120, 149
       121. Kendilerine verdiğimiz kitabı gereği gibi anlayarak okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse işte (dünyada da ahirette de en büyük) zarara uğrayanlar onlardır. Bkz. 3/199, 29/47
       122. Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizin (İslam’la şereflenerek) diğer kavimlere üstün gelmenizi sağladığım günleri hatırlayın! Bkz. 2/40 ve dipnotu, 2/47 ve dipnotu, 45/16
       123. Hiç kimsenin başkasına bir yararının olmayacağı, hiç kimseden fidye kabul edilmeyeceği, hiç kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların hiçbir yerden yardım görmeyeceği günden sakının! Bkz. 2/48, 255, 6/51, 70, 10/3, 20/109, 34/23 ve şefaatle ilgili dipnotu, 53/26
       124. Hani, İbrahim’i Rabbi birtakım kelimelerle (emir ve yasaklarla) imtihan etmişti de o da bunları tamamlayınca: “Seni insanlara (din işlerinde sana uysunlar diye) önder yapacağım.” buyurmuştu. İbrahim de: “Benim neslimden de (önderler yap ya Rabbi!)” demişti. (Allah:) “Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz,” buyurmuştu.

       Bu ayet, Hz. İbrahim’in soyundan gelmeleri sebebiyle “Allah’ın seçilmiş kulları” olduklarını iddia eden İsrailoğullarının bu iddiasını reddediyor ve ayrıca Hz. İbrahim’in de Allah katındaki makamının, biyolojik anlamda onun soyundan gelenlere kendininkiyle benzer bir konum kazandırmayacağını da açıkça ifade ediyor.

       125. Hani biz, Kâbe’yi insanlar için sevap kazanmaya yönelik (insanların her taraftan gelip bir araya gelecekleri) bir toplantı yeri ve güvenli bir sığınak yapmıştık. Siz de (İbrahim’in takipçileri olduğunuzun bir göstergesi olarak) İbrahim’in (Kâbe’de namaza durduğu) yeri namaz/dua yeri edinin (onu kendinize örnek alarak tevhid dinin savunucuları olun)! İbrahim ve İsmail’e şöyle emretmiştik: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi (Kâbe’yi) tertemiz tutun!”

       Allah’ın birliğini sembolize eden Kâbe, İslam’ın ideolojik bütünlüğünün de odak noktasıdır. İnsanların Kâbe’yi tavaf etmesi, sembolik olarak bütün insan davranışlarının Allah’ın birliğini merkez almasını göstermektedir. Kâbe’yi temiz tutmak, onu sadece maddi kirlerden arındırmak ya da putlardan temizlemek değil, aynı zamanda kalpleri de şirkten temizleyerek bir olan Allah’ta birleşmesidir. Yani Allah’ın belirlediği şekliyle bir yaşam birliği oluşturmaktır.
       Kâbe aynı zamanda insanlığı ahlâkî, kültürel, siyasi, ekonomik erozyonlara karşı korumak; zulmün, haksızlığın, talanın, yalanın karşısında dik durmak; huzur, güven ve barış ortamını sağlamak; adaleti, eşitliği ve hakkaniyeti tesis etmek; emanete, meşverete ve liyakate riayet etmek üzere yalnızca Allah’a kulluk esasına dayanan inanç sistemini dünyanın her tarafından gelen insanlara tanıtmak; İnananların tanışmasını ve kaynaşmasını sağlamak, sorunlarını görüşmek, çözüm yolları bulmak ve Müslümanların aralarındaki bağları güçlendirmek için toplanacakları bir yerdir.

       126. Hani İbrahim: “Ey Rabbim! Bu şehri güvenli bir yer kıl, halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle besle.” demişti. (Allah da) “Onlardan kâfir olanı dahi (yaşadığı müddetçe) bir süre geçindirir, sonra cehennem azabına katlanmak zorunda tutarım. Ne kötü bir varış yeridir orası!” buyurmuştu.
       127. İbrahim, İsmail’le birlikte Kâbe’nin sütunlarını/duvarlarını yükseltirken (ikisi şöyle dua etmişlerdi:) “Rabbimiz! Bizden (bunu) kabul et. Şüphesiz, sen (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilensin.”
       128. “Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster, tövbemizi kabul buyur. Şüphesiz tövbeleri en güzel şekilde kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin!”
       129. “Rabbimiz! İçlerinden onlara bir Resûl gönder, onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları (günahlardan) arındırsın. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sensin.” Bkz. 3/164, 9/128
       130. Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, Biz onu dünyada seçkin kıldık. Ve âhirette de o, muhakkak iyi ve hayırlı kullardan olacaktır.
       131. Hani, Rabbi ona: “(Hakka) teslim ol!” buyurduğu zaman, o da (hiç tereddüt etmeden): “Âlemlerin Rabbine teslim oldum!” diye cevap vermişti.

       İslam’ın kelime anlamlarından biride “teslim”dir. Teslim, “itaat etmek, boyun eğmek, doğrulamak, selamete ulaşmak” demektir. Bu da insanın tek olan Yaratıcısına iman ettikten sonra her şeyi ile ona teslim olup hayatını onun istediği şekilde biçimlendirmesi ve onun emirleri doğrultusunda yaşamasıdır. Müslüman, Allah’a teslim olan ve bu teslimiyetin gereği olarak da hayatını bütünüyle Allah’a göre dizayn eden kişidir. Ancak bu noktada Allah’a teslim olmayı bir kadercilik olarak değerlendirmek yanlış olur. Bu yüzden, Hz. İbrahim sadece “Teslim oldum.” demedi. Bu sözün sorumluluğunu diğer tüm peygamberler gibi yerine getirdi ve bu teslimiyeti örnek kişiliği ile başta oğulları olmak üzere kendinden sonraki kuşaklara hem önerdi hem de yaşayarak gösterdi. Zaten en büyük tebliğ de anlatmak değil, anlattığını tatbik ederek göstermektir.

       132. Aynı şeyi İbrahim, oğullarına da tavsiye etti. (Torunu) Yakup da (öyle yaptı ve): “Ey oğullarım! Allah size bu dini seçmiş bulunuyor. O halde (Müslüman olarak yaşayın ki) ancak Müslüman kimseler olarak ölün.”
       133. Yoksa Yakup’a ölüm geldiği zaman sizler yanında mıydınız? O, oğullarına: “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?” diye sormuştu. Onlar da: “Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan tek ve biricik olan Allah’a kulluk edeceğiz. Biz yalnız ona teslim olmuşuz.” demişlerdi.
       134. İşte onlar (İbrahim ve Yakup’un oğulları) bir ümmetti ki geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu tutulacak değilsiniz. Bkz. 2/140

       Yahudiler ve Hıristiyanlar, Hz. İbrahim’e Yahudi ve Hıristiyan ismi vererek onun itibarından istifade etmek istiyorlardı. Oysa Âl-i İmran suresinin 3/67. ayetinde İbrahim peygamberin ne Yahudi ne de Hıristiyan olmadığı anlatılmaktadır. Ayrıca okuduğumuz ayetten anlıyoruz ki; İbrahim ve Yakup peygamberlerden ve onların oğullarından paye çıkarmanın kimseye de bir faydası yoktur. Herkes, kendi yaşadıklarıyla muamele görecek ve ebedi hayatı ona göre şekillenecektir. Ecdadımızın yaptıklarından sorumlu olmadığımız gibi kazandıklarından da nasiplenemeyiz. Onların arkada bıraktıkları dünyalıklar veraset yoluyla bizlere intikal edebilir ama yaşadıkları yani amelleri intikal edemez.

       135. Onlar: “Yahudi ve Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız.” derler. De ki: “Doğrusu, biz batıl dinlerden uzaklaşıp Hakk’a yönelen İbrahim’in Hanif dini üzereyiz. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.”

       Buradaki “Hanif” ifadesi; Hz. İbrahim ve milleti için kullanılmakla beraber İslam öncesinde günahtan, dünyevî zevklerden ve bütün şüpheli inançlardan, özellikle de puta tapıcılıktan uzak duran, Hakk’a dosdoğru yönelmiş bulunan insanları tanımlamak için kullanılırdı. Yani “Haniflik”; puta tapıcılığın karşıtı olarak bütün peygamberlerin milletinin ve tevhid dininin adıdır. Bu bakımdan, dini Allah’a has kılmak üzere görevlendirilmiş peygamberlerin dinlerine uyan, doğrunun yanında ve kötülüğün karşısında olan tevhid dinin müntesipleri de “Hanif”tir.

       136. (Ey mü’minler!) Siz şöyle deyin: “Biz; Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilmiş olanlara; Musa’ya, İsa’ya verilenlere, nebilere Rableri tarafından verilmiş olanlara iman ettik. Onların hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak O’na teslim olan (Müslüman)larız.” Bkz. 2/253, 285, 3/84 17/55 ve dipnotu

       Kronolojik sıralamaya göre nebilerin adlarını veren, mealen aktardığımız bu ayetten açıkça anlaşılmaktadır ki; nasıl Hz. Muhammed bizim peygamberimiz ise Hz. İbrahim de Hz. İsmail de Hz. Yakup da Hz. İsa da Hz. Musa da ve diğer bütün nebiler de bizim peygamberlerimizdir. Ve bu peygamberlerin dinleriyle Hz. Muhammed’in dini aynıdır ve o da İslam’dır.
       Âyette geçen; “Nebîlere Rableri tarafından verilmiş olanlara” ifadesi, “Her nebî, resûl değildir. Nebîler, resûllerin kitaplarıyla amel etmektedir.” tezini de çürütmektedir. Bu cümleden anlıyoruz ki hangi adla anılırsa anılsın her peygamber vahiy almıştır.

       137. Eğer onlar (Yahudiler ve Hıristiyanlar) sizin iman ettiğiniz gibi (Allah’ın kitapları ve elçileri arasında hiçbir fark gözetmeden ilahi mesajın tümüne) iman ederlerse işte o zaman doğru yolu bulmuş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse mutlaka onlar (bir çelişki ve) ayrılık içindedirler. (Ama sen üzülme!) Onlara karşı Allah sana yeter. O, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir.
       138. “Allah’ın verdiği rengi alınız (O’nun istediği şekilde hayatınızı dizayn ediniz)! Kim (hayata) Allah’tan daha güzel renk verebilir? Biz yalnız O’na kulluk ederiz.” deyiniz.

       Buradaki “Allah’ın verdiği rengi almak.” ifadesi; vahiyle hayatı inşa ederek anlamlı hale getirmektir. Yani, Allah tarafından gönderilen ve insanın yaratılış özelliklerine en uygun olan inanç sistemini kabul ederek, hayatı bu sisteme göre düzenlemektir. “Kim (hayata) Allah’tan daha güzel renk verebilir.” ifadesi ise; diğer renklerin (sistemlerin) insanı tatmin etmede, ondaki güzelliği ve derinliği ortaya koymada yeterli olamayacağını göstermektedir. Bu bakımdan Allah’ın uygun gördüğünün dışındaki renkler (sistemler) insanın doğasıyla örtüşmediği için inanç sisteminde ve hayat tarzında çelişkiler ortaya çıkacaktır. Bunun çözümü tüm bu ifadeleri özetleyen, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmaktır. Bunun yapılmaması; mutsuz ve huzursuz bir dünyanın oluşmasına sebep olacaktır.

       139. De ki: “Allah hakkında bizimle didişmeye mi gireceksiniz? Oysa o, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız sizedir. Biz kendimizi yalnızca ona gönülden adamışız (tam bir samimiyetle sadece O’na bağlanmışız).”
       140. Yoksa siz; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve oğullarının Yahudi veya Hıristiyan olduğunu mu iddia ediyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı? Allah tarafından kendilerine verilen bir delili örtbas edenden daha zalim kim olabilir? Ama (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” Bkz. 2/134

       Ayette zikredilen peygamberlerin Yahudi ya da Hıristiyan olmadıkları Âl-i İmran sûresinin 3/67. ayetinde de apaçık belirtilmektedir. Allah katında yalnızca Allah’a kulluk etmek ve onun öğretilerine tam bir teslimiyetle itaat etmek anlamına gelen, “İslam” vardır. Yani ilk insandan günümüze tek din vardır ve o da İslamiyet’tir. Yahudilik de Hıristiyanlık da İslam dininin zamanla bozulmuş ve değiştirilmiş hallerinden başka bir şey değildir. İbrahim, İsmail, İshak ve Yakup peygamberler Yahudi ve Hıristiyan olmadıkları gibi, Hz. Musa ve Hz. İsa dâhil hiçbir peygamber de Yahudi ve Hıristiyan olmamıştır. Ayrıca bu konu ile alakalı olarak 2/136. ayetin dipnotuna da bakabilirsiniz.

       141. Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu tutulacak değilsiniz. Bkz. 2/134

       Ayrıca ayet günümüze: geçmişte birbiri ile sorun yaşamış, ihtilafa düşmüş, savaşmış atalarının üzerinden kin, nefret, düşmanlık güdülmemesi gerektiğini, herkesin işlediklerinin sadece kendisini bağladığını, kimsenin de kendisinden önce yaşamış insanlar yüzünden bir sorumluluğunun olamayacağını ifade ediliyor.

       142. İnsanlar arasındaki dar kafalılar diyecekler ki: “Şimdiye kadar uydukları kıbleden onları (Müslümanları) vazgeçiren nedir?” Sen de deki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O, (iyi niyet ve eyleminden dolayı) dilediğini/dileyeni doğru yola iletir.” Bkz. 2/115 ve dipnotu
       143. Ve işte böylece sizi dengeli ve ölçülü bir toplum kıldık ki insanlar nezdinde Hakk’ın şahitleri (örnekleri) olasınız ve resul de sizin hakkınızda şahit/örnek olsun. Senin vaktiyle (arzulayıp da şu anda) yöneldiğin Kâbe’yi, kim resule uyuyor, kim de gerisin geri dönüyor, görelim diye kıble yaptık. Şüphesiz bu (değişiklik), Allah’ın (iyi niyet ve gayretinden dolayı) doğru yola ulaştırdığı kişilerden başka herkes için zor bir sınavdı. Allah sizin inancınızı kesinlikle göz ardı etmeyecektir. Unutmayın ki Allah, insanlara karşı en şefkatli ve en merhametli olandır.

       Buradaki “Dengeli ve ölçülü bir toplum” ifadesi; zevk-u sefadan uzak duran, dünyalıklara soğuk ve ilgisiz davranırken dünyadan ilişkiyi kesecek derecede zühde meyletmeyen, taşkınlıklar ve savurganlıklar karşısında mutedil olan, doğruları konuşan, adil olan, insanın tabiatını ve imkânlarını değerlendirmede gerçekçi ve makul davranan, itidali ve adaleti belirleyici güç kabul eden, aşırılıklardan uzak duran bir topluluğu işaret eder.
       Dengeli ve ölçülü olmak; Kur’an’ın emridir ve sosyal hayatın da bir gereğidir. Hayatın insana yaraşır bir şekilde düzenlenebilmesi; aklın ve sağduyunun her daim aktif olmasına ve vahyin ortaya koyduğu kuralların pratik hayata geçirilmesine bağlıdır. İnsanı yoktan yaratan Allah, kuşkusuz ki onun nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini ve hangi kanunlarla güven içinde yaşayacağını da en iyi bilendir. Onun için insan, fıtratıyla uzlaşı içinde olur ve vahiy merkezli yaşarsa muhakkak ki huzurda ve güvende olur.

       144. (Ey Muhammed! Kıblenin Kâbe’ye çevrilmesi hususunda) biz senin çok defa yüzünü semaya doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. Şimdi seni elbette hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yönünü Mescid-i Haram’a (Kâbe’ye) doğru çevir. Siz de (ey mü’minler) her nerede olursanız olun, yönünüzü oraya doğru çevirin! Şüphesiz kendilerine Kitap verilenler, bu emrin Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.

       Hicretin ikinci yılının ortalarına kadar namaz, Beyt-i Makdis’e (Kudüs’e) doğru kılınıyordu. Fakat başta Hz. Muhammed olmak üzere, tüm Müslümanlar kıblenin Kâbe olmasını arzu ediyorlardı. Kâbe’yi putlardan temizlemek ve Hz. İbrahim devrindeki tevhid kimliğine büründürmek, Peygamber’in gönlündeki ideallerin başında geliyordu. Onun için kıblenin Kâbe olması konusunda sürekli bir beklenti içindeydi. Hicretten 16-17 ay kadar sonra Şaban ayının 15. günü Hz. Peygamber, Medine’de Selemeoğulları yurdunda öğle namazını kıldırırken, bu ayet geldi ve Hz. Peygamber yönünü hemen Kudüs’ten Mescid-i Haram’a çevirdi. Bu yüzden de o günden sonra, Selemeoğulları Mescidi’ne “Mescid-i Kıbleteyn” (İki Kıbleli Mescid) denilmiştir.

       145. Sen, Kitap verilenlere her türlü delili getirsen, onlar yine de senin kıblene yönelmezler. Ne sen onların kıblelerine yönelirsin ne de onlar birbirlerinin kıblelerine yönelirler. Ve eğer sana ilim geldikten sonra onların asılsız görüşlerine uysaydın, bu durumda kuşkusuz sen kendine zulmedenlerden olurdun.

       “Onlardan” kastedilen Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Zira Yahudiler, Kudüs’teki Süleyman Mabedine yani Beyt’i Makdis’e Hıristiyanlar ise doğuya yönelirlerdi.

       146. Daha önce kendilerine Kitap verdiğimiz (Yahudi ve Hıristiyan bilginleri), onu kendi öz evlatlarını tanıdıkları gibi tanırlar. Böyle iken, onlardan bazıları (kıskançlık ve bencillikleri yüzünden) hakikati bilerek örtbas ederler. Bkz. 2/76, 6/20
       147. Hakikat, Rabbinden (gelen)dir. Bu konuda asla şüpheye düşenlerden olma!
       148. Herkesin yöneldiği bir istikameti ve hedefi vardır ki ona yönelir. Öyle ise (ey inananlar!) siz de iyi ve güzel hedefler koyarak hayır işlerinde yarışın. Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi kendi katında (mahşerde) toplayacaktır. Şüphesiz ki Allah, her şeye gücü yetendir. Bkz. 62/8, 67/2
       149. Nereden yola çıkarsan çık, yönünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Bu, elbette Rabbinden gelen gerçek bir emirdir. Allah, sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
       150. Evet, nereden yola çıkarsan çık yönünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. (Ey inananlar! Siz de) nerede (ve ne halde) olursanız olun, yönünüzü o yana çevirin ki zalimlerin dışındaki diğer insanların size karşı kullanabilecekleri bir delilleri, aleyhinize (sizi küçük düşürecek) bir bahaneleri kalmasın. Artık onlardan korkmayın, Ben(im azabım)dan korkun ki size olan nimetimi tamamlayayım ve böylece doğru yolu bulabilesiniz.

       Burada “Mescid-i Haram’a yönelin.” emrinden maksat; sadece namazları Kâbe’ye doğru ikame etmeyi değil, aynı zamanda yaşananların Allah’ın mesajları istikametinde olması gerektiğini de içeriyor. Zira ayetin ikinci cümlesindeki “İnsanların size karşı kullanabilecekleri bir delilleri kalmasın.” ifadesinden de bunu anlıyoruz. Yani inandıklarınızla yaşadıklarınız tutarsız olmamalı, söz ve davranışlarınız birbiriyle uyumlu olmalı, ikisi arasında her şeyde olduğu gibi bir denge olmalı. Aksi takdirde, kendinizin inandığı ve fakat uymadığı bir dine başkalarını da inandıramazsınız denilmektedir.

       151. Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her türlü kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti gösteren, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir resul gönderdik. Bkz. 3/164
       152. O halde (her işte ve her yerde) beni hatırlayın ki ben de sizi hatırlayayım. Bana şükredin ve asla nankörlük etmeyin! Bkz. 40/60

       İnsanın Allah’ı hatırlaması genel anlamda; nerede ve hangi şartlarda olursa olsun Allah’a karşı sorumluluğun gereği olarak aklını işleterek, vahyi hayatın merkezine taşıması ve Peygamber’in rehberliğini düstur edinmesidir. Allah katında bu hatırlanma; kulunun göstereceği erdemli ve faziletli bu duruşa karşı Allah’ın sınırsız ve sonsuz nimetler sunması ve onu dünyanın da ahiretin de halifesi kılması anlamına gelir.

       153. Ey inananlar! Sabır ve salâtla (dua ile) Allah’tan yardım dileyin! Unutmayın ki Allah, zorluklara karşı direnenlerle beraberdir. Bkz. 2/45, 155, 14/7

       İnsan; mücadele gücünü kaybetmeden, ümitsizliğe kapılamadan, kötülüğe engel olup iyilikleri egemen kılmak için sabır ve sebatla hedeflediği noktaya doğru ilerlemeli. Bununla birlikte, Yaratıcısıyla arasındaki gönül bağını tefekkürle, duayla, namazla sürekli aktif tutmalı. Çünkü hayat şartlarının her geçen gün ağırlaştığı bu dünyada zorluklara göğüs germeyi prensip haline getirmeden, mücadeleyi bir hayat tarzına dönüştürmeden, Yaratıcının birliktelik desteğini almadan, toplumlara barışı, huzuru ve refahı getirmek imkânsızdır.

       154. Ve Allah yolunda hayatlarını feda eden (şehit)lere “Ölüler” demeyin. Bilakis, onlar (sizin bilmediğiniz bir biçimde Allah’ın lütfettiği nimetler içinde) yaşıyor, ama siz farkında değilsiniz. Bkz. 3/169
       155. Sizi mutlaka korkuyla, açlıkla, (sahip olduğunuz) mallarınızın bir kısmını eksiltmekle (ya da telef etmekle), can kaybına uğratmakla (veya sakatlığa maruz bırakmakla), mahsulünüzü afete uğratmakla (kıtlıkla) imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! Bkz. 2/45, 153, 14/7
       156. Onlar (inananlar), başlarına bir musibet geldiğinde: “Biz ancak Allah için varız (Ona iman ve itaat etmek için yaratılmışız) ve biz sonunda ona döneceğiz (sahip olduğumuz nimetler geçicidir ve bize Allah’ın emanetidir).” derler.
       157. İşte Rablerinden bağışlanma ve rahmet onların üzerinedir ve doğru yolu bulanlar da onlardır.
       158. Şüphesiz, Safa ile Merve Allah’ın belirlediği sembollerdendir. Kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret ederse oraları tavaf etmesinde bir sakınca yoktur. Her kim (yapmakla yükümlü olmadığı halde) gönüllü olarak bir iyilik ve hayır yaparsa bilsin ki Allah, şükrün karşılığını verir ve o her şeyi bilir.

       “Safa-Merve”; Mekke’de Kâbe’nin hemen yakınında bulunan, Hz. İbrahim’in Allah’ın buyruğu ile Hâcer ve İsmail’i terk ettiği tepelerin adıdır. Bugünkü zemzem kuyusunun bulunduğu noktada, susuzluktan bunalmış olan ve çocuğunun hayatından endişeye kapılan Hz. Hâcer; telaş ve heyecan içerisinde su bulmak maksadıyla iki tepe arasında koşup duruyor ve yardım için Allah’a yalvarıyordu. Sonunda Hz. Hâcer, Allah’a güveni ve sabrı sayesinde hem kendisini hem de çocuğunu susuzluktan kurtaran bir su kaynağının (zemzem kuyusu diye bilinen suyun) keşfiyle mükâfatlandırıldı. Bu sebeple; Safâ ile Merve arasındaki gidiş ve geliş, insanın Allah’a büyük bir huşû ve acziyet itirafı içerisinde yönelmesi anlamını taşımaktadır. Hâcer validemizin bu ağır ve zor imtihanının ve Allah’a güveninin anısıyla Safâ ve Merve, İslam öncesi zamanlarda bile imanın ve sıkıntılara göğüs germenin sembolleri olarak görülmüştür.
       Ayette esas üzerinde durulması gerekense; “Her kim (yapmakla yükümlü olmadığı halde) gönüllü olarak bir iyilik ve hayır yaparsa Allah şükrün karşılığını verir.” cümlesidir. Burada bahse konu olan; iyi olmaktır, iyilik yapmaktır, yardım etmektir, paylaşmaktır ve yapılanı en iyi şekliyle yapmaktır. Yani hayırlı ve erdemli olabilmek için tabir caizse “katma değer” üretmektir, paylaşmasını ve infak etmesini bilmektir. Nitekim Bakara 2/177’de; “Gerçek erdemli kişi sevdiği maldan yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara verendir.” buyrulmaktadır.

       159. İndirdiğimiz hakikatin ve rehberliğin delilini ilahi kelâm aracılığıyla insanlığın önüne koyduktan sonra (güç odaklarının vereceği zarardan korkarak veya dünyalık menfaat için) onu gizleyip örtbas edenlere gelince; onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edebilenler lanet eder. Bkz. 2/161, 174
       160. Ancak tövbe edip kendilerini düzeltenler ve gerçeği ortaya koyanlar müstesnadır. İşte Ben onların tövbesini kabul ederim. Zira Ben tövbeleri çokça kabul edenim, rahmeti sınırsız olanım.
       161. (Hakkı, doğruyu) inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya; işte Allah’ın, meleklerin ve insanların hepsinin laneti onlaradır. Bkz. 2/159, 174
       162. Onlar orada kalıcıdırlar ve ne azapları hafifletilecek ne de yüzlerine bakılacak.
       163. Sizin ilâhınız bir tek ilah (olan Allah)’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, Rahmandır, Rahîmdir. Bkz. 1/1 ve dipnotu
       164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların yararı için denizlerde seyreden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır bekleyen bulutları evirip çevirmesinde elbette aklını kullanan bir topluluk için deliller vardır.
       165. İnsanlar arasında Allah’tan başkalarını ona ortak koşanlar vardır. Onları, (yalnızca) Allah’a özgü (olması gereken) bir sevgi ile severler. İnananların Allah sevgisi ise daha fazladır. (Allah’a ortak koşarak) nefislerine zulmedenler, azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah’ta bulunduğunu ve Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu (anlayacaklar ama) keşke (bunu önceden) bilselerdi. Bkz. 12/106

       Tarih boyunca Allah’a inanmayan insanlar olduğu gibi, inandığı halde ona eş/ortak koşanlar da olmuştur. Bu eşler/ortaklar, başta güneş ve yıldızlar olmak üzere ya bir takım cansız nesneler ya putlaştırılmış şahıslar ya da ideolojiler ve nazariyeler kılığında tezahür etmiştir. Allah’a eş koşanlar; bazen çeşitli taşlara ve ağaçlara taparken, bazen de meleklere ve şeytanlara tapmışlardır. Bütün bunlar Allah’la beraber anılsa da Allah’a özgü olması gereken sevgi bunlara gösterildiğinden, bu sevgi onları şirke bulaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Ayette de belirtildiği gibi “Allah’a koştukları eşleri Allah’ı sever gibi severler.” Ama mü’minlerin sevgisi çok daha farklıdır. Onlar hiçbir şeyi Allah’ı sevdikleri gibi sevmezler. Allah’a olan sevgileri her türlü ölçünün ve sınırlamanın üstündedir. Onlar, sevdikleri her şeyi Allah için severler ve bu manada bütün ilhamlarını Allah sevgisinden alırlar. Onlar ne birtakım putlaştırılmış şahısları ne nesneleri ne de bazı nazariyeleri ve ideolojileri kesinlikle ilah edinmezler.
 
       166. Nitekim (Allah’la beraber) kutsananlar, o gün azabı gördüklerinde, kendilerine tabi olanları tanımazlıktan gelecekler ve aralarındaki bütün bağlar kopacaktır.
Bkz. 11/98

       167. Kutsayanlar şöyle diyecek: “Keşke bir şansımız daha olsaydı da onların şimdi bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık.” Böylece, Allah yaptıklarını onlara acı bir pişmanlık olarak tattıracak ve onlar ateşten çıkarılmayacaktır. Bkz. 16/27, 28/62, 34/22, 37/22-24
       168. Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz olan her şeyden yararlanın! Şeytanın izinden/yolundan gitmeyin; çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır. Bkz. 2/172, 5/88, 16/114

       Bu âyetle beraber Hac 22/30 ve Maide 5/96 âyetleri, Müslümanların israf etmeyecek şekilde Bakara 2/173, Mâide 5/96, En’âm 6/145, Nahl 16/115 âyetleriyle birlikte yasaklanan yiyeceklerin dışındaki kendilerine temiz ve hoş gelen bütün yiyeceklerden yararlanmasını helal kılar. Bu da İslam inanç sisteminin özgürlükçü karakterini yansıtırken, aynı zamanda evrensel sistemin işleyişi ile insanın fıtratı arasındaki uyumu da gösterir.

       169. O, sizi yalnız kötülük işlemeye, iğrenç ve çirkin işler yapmaya ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyleri Allah’a isnat etmeye çağırır.
       170. Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” denildiğinde: “Hayır, biz atalarımızdan gördüklerimize uyarız.” derler. Peki, ama ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onlara uyacaklar)?

       İnsanlar, genelde inanç ve hayat tarzlarını atalarından, ebeveynlerinden, kardeşlerinden, yaşadıkları çevreden alırlar ve aldıklarını hiç sorgulamadan doğru olarak kabul ederler. Birçok konuda çıkmaza girseler de anlamakta zorlandıkları meseleler olsa da ve ellerindeki ilahi kitapla, yaşadıkları çelişse de sorgulama ihtiyacı duymazlar. Miras yoluyla ve kültürel olarak kendilerine intikal eden inanç ve ibadetlere dair doğru yanlış anlamında kategorize edilmiş ne varsa hepsini kör bir taklit ve taassupla kabul etmeye devam ederler. Çünkü din adına kendilerine dayatılanların içinde dokunulmazlığı olan Hz. Peygamber vardır, onun getirdiği din vardır, bu dinin arkasında da Allah vardır. Oysa onlara dayatılanların birçoğu “din” diye gösterilse de aslında devraldıkları gelenek, kültür ve tarihi birikimle oluşmuş hurafelerden ibarettir. Günümüzde de devam eden haliyle bu acı gerçeği gören ve harekete geçen bazı ilim adamları, İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an üzerinden hareket ederek din adına ortaya konanları yeniden gözden geçirmek için çaba harcarlar. Ancak bu çalışmaların önü, gelenekçi kesim tarafından tıpkı ayette ifade buyrulduğu gibi, “Biz atalarımızdan böyle gördük ve böyle devam edeceğiz, siz de kim oluyorsunuz?” karşı çıkışıyla maalesef engellenmek istenir. Ayetin son cümlesindeki, “Doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onlara uyacaklar)?” sorusu; bize bu zamana kadar tüm inandıklarımızı ve yaşadıklarımızı, mutlaka Kur’an rehberliğinde ve onun aracılığıyla gözden geçirme konusunda ciddi bir uyarı niteliğindedir.

       171. İnkârcıları imana çağıran (Resul) ile inkâr edenlerin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan hayvanlara seslenen (çoban) ile hayvanların durumu gibidir. Onlar (manen) sağırdırlar (gerçekleri duymak istemezler), dilsizdirler (doğruları konuşmayı arzulamazlar), kördürler (hakikati görmeyi murad etmezler). Bundan dolayı akıl etmezler akıllarını kullanarak yapılması gerekeni yapmazlar.

       Âyette; inkârcıların kendilerini imana çağıran peygamberleri ciddiye almaması, ilahi mesajlara karşı ilgisiz ve kayıtsız kalması, insani olandan uzak olmanın da bir göstergesi olarak hayvanların durumuna benzetiliyor. Bununla birlikte vahyin getirdiği öğretileri duymak istemeyen, gerçekleri görmeyi ve konuşmayı reddederek tam bir ilkesizlik ve duyarsızlıkla ilahi buyrukların karşısında duran inkârcıların da Hakk’ı anlamayacağı anlatılıyor. İnkârcıları Hakk’a karşı sağır, dilsiz ve kör yapan kendi iradesizlikleri ve tutarsızlıklarıdır. Yoksa Allah, kimseyi dünyada İslam’a karşı dirensin ve ahirette de azap görsün diye yaratmamıştır. Nitekim Zümer Sûresi, 39/7. Âyette; “O (Allah), kullarının inkâr etmesine (azap görmesine) razı olmaz.” buyrulmaktadır.

       172. Ey inananlar! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve eğer sadece ona kulluk ediyorsanız, Allah’a şükredin. Bkz. 2/168, 3/92, 5/88, 16/114
       173. Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanı yasaklamıştır. Ama kim mecbur kalır da bir arzu ve iştah duymamak, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan yerse ona hiçbir günah yoktur. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Bkz. 5/3, 7/157
       174. Allah’ın indirdiği vahiyden bazı kısımları gizleyenler ve bunu az bir kazanç (dünyalık menfaat) karşılığında değiştirenlere gelince; işte onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmazlar. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz (onları muhatap bile almaz) ve onları temize de çıkarmaz. Onlara acıklı bir azap vardır. Bkz. 2/159, 161

       Ayette, dünyalık menfaat elde etmek ya da birilerine şirin görünmek için Kur’an’ın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak ya da bazı bölümlerine vahyin bütününe ters düşen yorumlar getirmek şiddetle kınanıyor ve karınlarına ateş dolduranlar olarak resmedilen bu kimselerin çok büyük bir azap göreceği anlatılıyor.

       175. Onlar hidayet karşılığında sapıklığı, mağfiret karşılığında azabı satın almışlardır. Onlar cehennem ateşiyle cezalandırılacaklarına rağmen ne kadar da cüretli davranıyorlar!
       176. İşte böyle; Allah kitabı hak bir sebeple (hak ve hakikati ortaya koymak için) indirmiştir. Kitap hakkında (Allah’ın emrine karşı) ihtilafa düşenler ise şüphesiz Hak’tan uzak bir anlaşmazlık içindedirler.
       177. İyi ve erdemli olmak (yalnızca) yönünüzü bazen doğu bazen batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyi ve erdemli kişi(ler); Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitap’a (Kur’an’a) ve nebilere inanıp; sevdiği malını yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunanlara veren; namazı ikame eden, zekâtı veren; sözleştikleri zaman sözlerinde duran, darlıkta, sıkıntıda ve çetin şartlar altında sabredenlerdir. İşte onlardır imanlarında samimi olanlar ve işte onlardır Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar.

       “Gerçek iyilik”; insanların yüzlerini Doğu’ya (Beyt-i Makdis’e) ya da Batı’ya (Kâbe tarafına veya herhangi bir yöne) çevirmesi değildir. Başka bir deyimle, “İyilik” demek olan “Birr”in gayesi; pratik hayatta uygulanması ve makes bulması (yansıması) gereken davranışlardan soyutlanmış, birtakım iyilik sağlamaz ve hayır üretmez kuru ibadet görüntüleri değildir. Tersine “İyilik” gerek birey gerekse de toplum vicdanında etkisini gösteren bir vakıa olup, bireysel ve sosyal hayatta da karşılığını bulan somut davranışlardır. Kısaca; “Özneye faydalı olma” durumudur. Yüzleri Doğu’ya ya da Batı’ya çevirmekse bu büyük gerçeği göz ardı ettiremez.

       178. Ey inananlar! (Kasten) öldürülenler hakkında size kısas (misilleme yapmak) yazılı bir kanun haline getirildi. (Öldürülen) hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle tazminat ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Buna rağmen hak ve adalet sınırlarını bilerek ve isteyerek ihlal eden için şiddetli azap vardır. Bkz. 4/92, 5/32
       179. Ey derin kavrayış sahipleri! Adil karşılık (kısas/misilleme) yasasında sizin için hayat vardır. Olur ki sizler (bu sayede yaralama ve cinayetten) korunursunuz. Bkz. 10/44 11/101

       İşlenen suçun cinsinden ceza vermek, misilleme yapmak, işlenen fiile ona denk bir fiille mukabele etmek anlamına gelen “Kısas”; hayat hakkının ve nesli korumanın bir gereğidir. Hukukta kısas; kasten işlenen adam öldürme ya da yaralama gibi herhangi bir suçun failinin işlediği fiilin cinsinden ona denk bir ceza ile cezalandırılmasıdır. Yani kasten öldüren ya da zarar veren kişinin benzeri bir şekilde cezaya uğratılmasıdır.
       Kısas yoluyla hem suçlular hak ettikleri cezayı görür hem de intikam alma duygusu söner. Ayrıca kısas, caydırıcı olması bakımından da örnek teşkil eder. Kimse başkasına yapacağının aynıyla muamele göreceğini bilerek suç işleyemez.

       180. Herhangi birinize ölüm yaklaştığında eğer geride bir servet bırakıyorsa ana-babaya ve yakın akrabalara geleneklere uygun biçimde vasiyette bulunması, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerine bir borçtur. Bkz. 4/7-12, 176
       181. Ve her kim vasiyeti işittikten sonra değiştirirse, bunun günahı değiştirenin üzerinedir. Muhakkak ki Allah, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir.
       182. Bunun yanında kim, vasiyet edenin haksızlığa eğilim göstereceğinden ya da günaha gireceğinden korkup da ikisinin arasını bulursa artık ona günah yoktur. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
       183. Ey inananlar! Oruç, korunmanız (sağlıklı yaşamanız) için sizden öncekilere yazıldığı (zorunlu hale getirildiği) gibi size de (sayılı günlerde) yazılmıştır (farz kılınmıştır).

       Hicret’in ikinci yılında Bedir Savaşı’ndan önce farz olan oruç; ayetten de anlaşıldığı üzere, ilk insandan itibaren bütün insanlara farz kılınmıştır. Çünkü oruç tutmanın, ayette de ifade buyrulduğu gibi; sağlıklı bir yaşam için insan üzerinde çok büyük faydaları vardır. Başlı başına bir disiplin olan oruç, riyanın karışmadığı ve yapay davranışların bulaşmadığı en önemli ibadetlerdendir. Nasıl ki her ritüelin bir yapılış şekli varsa, orucun da kendine has kuralları vardır. Oruç tutmak temel anlamıyla yemeden, içmeden ve cinsel yönelişlere girmeden sabah ve akşam arasını ihya etmek demektir.
       Orucun; metabolizmaya, sindirime, zihinsel organlara, karaciğere sağladığı faydaların yanında, kanserin önlenmesi, Parkinson ve Alzheimer gibi hastalıklara karşı direncin artmasına kadar pek çok faydası vardır. Bunu biraz açalım; oruç tutarken gün içinde yemek ve içmek gibi bir durum olmadığından, mide ve bağırsaklar da kendini düzenleme fırsatı bulur. Bu sayede sindirim sistemi çok daha verimli çalışır. Kandaki lipit ve kolesterol düzeyi azaldığı için de damarlar kendini tamir eder ve hücreler yenilenir.
       Oruçlu kişinin organizması kendini kontrol etmeye zaman bulunca da bu organizma kanser hücrelerinin oluşumuna da katkı sağlayan kötü hücrelere anında müdahale eder duruma gelir. Normal hayatta tükettiğimiz yiyecek ve içecekler nedeniyle hırpalanan ve yorgun düşen akciğerimiz de oruç sayesinde dinlenir ve böylece çok daha sağlıklı çalışır. Sindirim sisteminin temizlenmesiyle de tüm vücudumuz temizlenmiş olur. Bu sayede karaciğer ve böbreklerimizdeki toksinlerin temizlenmesi sağlanır. Belli bir süre aç ve susuz kalan kişinin beyninde yeni kök hücreleri oluşur. Böylece Parkinson ve Alzheimer gibi hastalıklara karşı da direnç artar. Burada saydıklarımızsa orucun faydalarından sadece birkaçı…

       184. (O farz kılınan oruç) sayılı günlerdir. Ancak sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde orucunu tutsun. İhtiyarlıktan yahut şifa bulması ümit edilmeyen bir hastalıktan dolayı oruç tutmaya gücü yetmeyenler, bir yoksul doyumu fidye versin. Bununla beraber her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa bu onun için daha iyidir. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız (zor da olsa) sizin için daha hayırlıdır.
       185. (Oruç tutmanız gereken o sayılı günler) Ramazan ayıdır ki insanlara yol gösteren (kılavuz olan), doğru yola ait apaçık delilleri içeren, eğri ile doğruyu birbirinden ayıran Kur’an o ayda indirilmiştir. Bundan dolayı, sizden kim bu aya erişirse, orucunu tutsun. Ancak hasta veya seyahatte olan, başka günlerde (aynı sayıda oruç tutsun). Allah sizin için kolaylık diler, zorluk çekmenizi istemez. Bu da oruç günlerini tamamlamanız ve size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı yüceltmeniz içindir. (Allah) şükredesiniz diye (size) bu kolaylığı gösterir.
       186. Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara) yakınım. Bana dua edince dua edenin duasına cevap veririm. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık versinler ve bana inansınlar/güvensinler ki doğru yolu bulsunlar. Bkz. 3/195

      Duanın sadece Allah’a özgü olması gerekliliği, ayetteki “Ben” zamiri ile iyiden iyiye vurgulanmıştır. Allah; “Kullarım” ifadesini kullanarak insanlara karşı büyük bir incelik gösterirken, “Ben onlara yakınım,” diye buyurarak da buradaki “Ben” zamiri ile duaların yalnız ona has kılınması gerekliliğini de ortaya koyuyor. Ayrıca dikkat edilmelidir ki “Onların duasını işitirim.” demiyor, “Dua edenin duasına karşılık veririm.” buyuruyor. Bu yakınlığın arkasından da kullarının da kendi çağrısına olumlu karşılık vermesini, yani Hakk’a karşı ilgili ve duyarlı olarak Allah’ın istediği şekilde, samimi kul bilinci ve farkındalığıyla yaşamalarını istiyor.

       187. Oruç (günlerinin) gecesinde kadınlarınızla ilişkide bulunmanız size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise/eş, siz de onlar için bir elbise/eş gibisiniz (istediğiniz gibi içli dışlı olup birbirinizle ilişkide bulunabilirsiniz). Allah, (gereksiz yasaklamalarla onlara yaklaşmamakla) nefislerinizin arzularına karşı zafiyet göstereceğinizi bildiği için tövbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık bundan böyle (oruç gecelerinde de) onlarla ilişkide bulunun, Allah’ın sizler için yazıp takdir ettiği (cinsel tat elde etmek ve çocuk sahibi olma gibi) nimetlerden istifade edin. (Şafağın) beyaz ipliği (çizgisi gecenin) siyah ipliğinden (çizgisinden yani fecrin aydınlığı gecenin karanlığından) seçilinceye kadar yiyin, için, sonra da akşam oluncaya (iftar vaktine) kadar orucu tam tutun. Ama mescitlerde itikâfta iken kadınlara yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. O halde bu sınırları ihlal etmeyin! Allah, sakınıp korunmaları için mesajlarını insanlara böyle açıklıyor.

       Sözlük anlamıyla; yapışmak, tutunmak, bir şeye devam etmek anlamlarına gelen “İtikâf”, uygulamadaki manasıyla; ezan okunan ve namaz kılınan bir mescitte, camide ya da ibadet edilen herhangi bir mekânda özellikle de Ramazan Ayı’nın son on gününde Müslümanın dışarıyla ilişkisini keserek sadece Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla belli bir adap çerçevesinde ikamet etmesi demektir. İtikâf; Hz. Peygamber’in bir uygulamasıdır. Peygamberimiz Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazan Ayı’nın son on gününde itikâfa çekilir, bütün gün ve gecelerini orada ibadetle ve düşünerek ihyâ ederdi.
       
       188. Birbirinizin mallarını (hırsızlık, yolsuzluk, kumar, gasp ve dolandırıcılık gibi) haksızlıkla yemeyin ve başkalarına ait meşru malları bilerek (yalancı şahitliği ve çek senet hilesi gibi) haksız yollarla elde etmek için (rüşvet vererek ya da baskı yaparak) hukuki hilelere başvurmayın! Bkz. 4/29

       189. Sana, hilâllerin niçin sürekli değişip durduğunu (yani ayın geçirdiği evreleri) sorarlar. De ki: “Onlar, (doğal bir takvim olarak) insanların (yıl, ay ve günleri belirlemesine yarayan) yapacakları işlerin ve hem de (oruç ve) hac ibadetinin vaktini gösteren ölçülerdir.” Evlere arkalarından gelip girmeniz asla iyi bir davranış değildir. Lâkin iyi davranış, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşamaktır. O halde evlere kapılarından girin ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtulasınız.

       Allah, bu ayetle Ay’ın; yıl, ay ve günlerin belirlenmesi gibi konularda insanların yararına sunulduğunu, namazın dışındaki hac ve oruç gibi ibadetlerin Ay takvimine göre ayarlandığını açıklıyor.
       Evlere arkalarından girmeye gelince; bu ayet gelmeden önce bazı Medineli Müslümanlar, hac ve umre için ihrama girdiklerinde, sözde dünya işlerinden uzak durma adına, evlerine kapılarından girmeyi günah sayıyorlardı. Bir ihtiyaçları olduğunda ise evlerine arka pencerelerinden merdivenle ya da delik açarak giriyorlar ve bunu da bir erdemlik, fazilet sayıyorlardı. Buna karşılık Allah üstünlük ve erdemliğin evlere arkalarından girmekte olmadığını, gerçek erdemliğin Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle güzel ve faydalı çalışmalar ortaya koyup kötülüklerle mücadele ederek günahlardan sakınmak olduğunu anlatıyor.

       190. Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın. Fakat acımasızca saldırganlık yapmayın! Muhakkak ki Allah aşırı gidenleri sevmez. Bkz. 9/12, 29

       Bu ve bundan sonraki ayetler; Hac Suresi’nin 39 ve 40. ayetlerinden sonra, savaşla ilgili inen ilk ayetlerdendir. “Sizinle savaşanlara karşı, siz de Allah yolunda savaşın!” emri Nisa 4/75’e dayandırılıyor ve Müslümanlar için savaşın meşruiyetinin yalnızca kendini savunma amacına bağlı olduğu tereddütsüz bir şekilde ortaya konuluyor. “Acımasızca saldırganlık yapmayın.” yani gereksiz yere kan dökmeyin, kadınları, çocukları, yaşlıları ve hastaları öldürmeyin; ansızın baskınlar düzenleyerek yıkıp yakmayın, çevreye zarar vermeyin, ölenlerin cesetlerini parçalayarak saygısız ve barbarca bir tavır sergilemeyin, teslim olmuş ya da esir düşmüş insanlara işkence yapmayın veya hakaret etmeyin denilmektedir.

       191. O (size savaş açarak öldürmeye kalka)nları yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha ağırdır. Ama onlar size savaş açmadıkça, Mescid-i Haram civarında onlarla savaşmayın. (Eğer) sizi öldürmeye kalkarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin (yaptığının) cezası budur. Bkz. 9/5, 33/61, 47/4

       “Onları yakaladığınız yerde öldürün…” emri, savaş ortamı içindir. Bir önceki emir açısından bakıldığında; “Allah yolunda” yapılan bir kurtuluş savaşının içindeki “Onları yakaladığınız yerde öldürün!” buyruğu da savaş açanların saldırılarına devam etmeleri durumunda tavsiye edilmiştir.

       192. Ancak (savaştan) vazgeçerlerse (siz de bırakın). Unutmayın ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

       Allah: “çok bağışlayandır ve merhamet edendir.” hatırlatmasını yaparak pişmanlık kapısının açık olduğuna ve istedikleri takdirde bu kapıyı kullanabileceklerine vurgu yapıyor. Çünkü Kur’an’ın geliş amacı insanları savaştırmak değil, barış içinde yaşatarak toplumun hidayetini ve huzurunu sağlamaktır, güven getirmektir, refahını yükseltmektir, birliğini temin etmektir.
       
       193. Artık (yaşadığınız yerde, yeryüzünde) zulüm ve baskı kalmayıncaya (herkese temel insan haklarını sağlayan bir düzen kuruluncaya) ve (din de yalnız Allah’ın iradesine uygun bir hale gelinceye ve barış ortamı tüm dünyada egemen) oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet (zulüm ve haksızlıklardan) vazgeçerlerse (bilinçli olarak) zulüm işleyenlerin dışındakilere karşı tüm düşmanlıklar sona erecektir. Bkz.8/39

       Burada başlamış bir savaş vardır. Bu savaşın başlama sebebi de zulümdür, fitnedir, baskıdır. İnsani ve ahlaki değerleri yok etmektir; ibadet ve düşünce özgürlüklerine zincir vurmaktır ve de kötülük tohumları ekmektir. Müslümanların yurtlarını terk etmeye zorlanması, mallarının yağmalanması, hayat haklarının ve serbestilerinin ellerinden alınmasıdır.

       194. Haram ay, (saldırmazlık örfünün geçerli olduğu aylar: Zilka’de, Zilhicce, Muharrem ve Recep düşmanlarınızın uyduğu) haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar) da karşılıklıdır (düşman hangi aya hürmet gösterip savaş yasağına uyuyorsa siz de o aya hürmet gösterip savaş yasağına uymalısınız). Öyleyse kim size (savaş yasağına uyması gerektiği ayda) saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın. Allah’ın emirlerine uygun yaşayın, ona karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah, kendisine karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlarla beraberdir. Bkz.2/217

       Eski Arap geleneğine göre her türlü savaşın yasak sayıldığı “haram aylar”, birinci, yedinci, on birinci ve on ikinci kamerî takvim aylarıdır. Bu aylarda savaşmama geleneğine çevredeki bütün toplumlar uyuyordu. Allah bu geleneğe Müslümanların da uymasını emretmişti. Müşrikler haram aylarında Müslümanların savaşmayacaklarını öğrenince, bunu fırsat bilerek Zilkade ayında savaşa hazırlandılar. Bunun üzerine, “Onların hürmet göstermediği ayda siz tek taraflı olarak ateşkes ilan etmek zorunda değilsiniz ve onlarla savaşabilirsiniz.” emriyle Müslümanlara da savaş izni verildi.

       195. Allah’ın istediği gibi infak edin (onun size emanet ettiği nimetleri yine onun emrettiği gibi sınırsızca paylaşın). Kendi ellerinizle (iradenizle cimrilik ve israf ederek kendinizi) tehlikeye atmayın ve iyilik yapmaya azimle devam edin. Muhakkak ki Allah iyilik yapanları sever.

       Bu ayette: Allah’ın emanet ettiği nimetleri kendi malıymış gibi gelişigüzel kullanmanın, onlarla savurganca ve bencil bir hayat ortaya koymanın, verilen nimetleri -hakları olduğu halde- başkalarıyla paylaşmamanın, iyiliğe ve iyileştirmeye giden yolda harcamada cimrilik ederek Allah’ın istediği istikamette harcamamanın çok kötü bir iş olduğu anlatılmaktadır.

       196. Haccı da umreyi de Allah (rızası) için yapın. Fakat (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız Kâbe’ye, güç yetirebileceğiniz nitelikte bir kurban gönderin. Gönderdiğiniz kurban yerine ulaşıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Ancak sizden her kim hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunu(up da tıraş olmak zorunda kalı)rsa ona da fidye gerekir ki o da ya (üç gün) oruç tutmak ya da sadaka (altı fakire fitre) vermek veya bir kurban kesmektir. Sonra emin olduğunuzda kim hac zamanına kadar umreyle faydalanmak (hacc-ı temettü yapmak) isterse kolayına gelen bir kurban keser. Fakat kesecek kurban bulunamazsa veya buna gücü yetmezse ona hac günlerinde üç gün, vatanına döndüğü zaman da yedi gün ki tam on gün oruç tutmak vacip olur. Bu hüküm, Mescid-i Haram civarında yaşamayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının (hac ahkâmını koruyun) ve bilin ki Allah’ın azabı cidden çok şiddetlidir. Bkz. 5/2

       Bu kurban ya da oruç hükmü; Mescid-i Haram civarında yaşamayanlar içindir. Çünkü orada yaşayanlar için hacdan önce umre yapma yani “hacc-ı temettü” yoktur. Dolayısıyla onlara fidye ve oruç da yoktur. Zaten, onların sürekli olarak ihramlı hâlde bulunmaları da mümkün değildir.

       197. Hac, bilinen aylar(da)dır. Kim o aylarda hacca başlarsa, artık ona hacda (ihramlı iken) cinsel ilişki, günaha sapmak, kavga etmek yoktur. Siz hayır olarak her ne yaparsanız, Allah mutlaka onu bilir. Bir de (yol için) kendinize azık edininiz. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı, Allah’a karşı gelmekten (günaha sebep olan hareketlerden) sakınmaktır. Ey akıl sahipleri! Bana karşı gelmekten sakının!

       Hac, Hicret’in 9. yılında farz kılınmıştır. Peygamberimiz bu yıl, Hz. Ebu Bekir’i hac emiri tayin etmiş, kendileri de bir yıl sonra yani Hicret’in onuncu yılında haccetmişlerdir. Bu, Peygamberimizin ilk haccı olduğu gibi aynı zamanda da son haccı olmuştur ve buna “Veda Haccı” denmektedir. Çünkü Peygamberimiz bu hacdan sonra hem dünyaya hem de bütün sevdiklerine veda ederek “dar-ı beka” eylemiştir. Âyetin açık anlamına göre haccın belirli bir vakti vardır ve bu vakit belirli aylardadır. Bu aylar Şevval ve Zilkade ayları ile Zilhicce ayının ilk on gününden oluşur. Yine ayete göre sadece bu aylar süresince Hac için ihrama girilebilir.
       Azık edinmekten kasıt; hac yolculuğu için gerekli maddi ve manevi hazırlıkları tamamlamaktır. Maddi anlamda hazırlık; Hac sûresi boyunca diğer Müslümanlara yük olmayacak ve lojistik desteğe ihtiyaç duymayacak şekilde her türlü tedarikin yapılmasıdır. Manevi anlamda hazırlık ise vahyin belirlediği sınırlar içinde her türlü güzelliği hayata geçirmek konusunda ilahi öğretilere teslimiyet gösterileceğine, Allah’ın yasakladığı kötülüklerden sakınılacağına ve tâğûtî sistemlere karşı dik durulacağına karar verilmesidir. Aynı zamanda bu davranışları hayat felsefesi haline getirmektir. Onun için “azığın en hayırlısı Allah’a karşı gelmekten sakınmaktır.” buyruluyor.

       198. Hac mevsiminde ticaret yaparak Rabbinizin lütfundan istifade etmenizde size herhangi bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp (Müzdelife’ye) akın ettiğiniz zaman Meş’ar-i Haram’da (Müzdelife’de) Allah’ı zikredin (onu dua ve telbiyelerle anın). Ve size doğru yolu gösterdiği gibi siz de (dünyanın farklı yerlerinden hacca gelmiş bulunan kardeşlerinize) Allah’ı ve onun gönderdiği dini anlatın. Doğrusu siz onun yol göstermesinden önce yolunu şaşırmışlardan idiniz.
       199. Sonra insanların döndüğü yerden (Arafat’tan) topluca dönün ve Allah’ın mağfiretini isteyin. Hiç şüphesiz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

       Bu âyetteki, “topluca dönün” emriyle hacılara; Allah katında herkesin eşit olduğu, renk, dil, ırk, sınıf, sosyal statü farklarının insanları hiçbir şekilde birbirinden ayıramayacağı ve tüm insanların tek bir yaratıcının kulluk şemsiyesi altında toplanacağı ve birlik olunması gerektiği mesajı verilmektedir.

       200. Hac ibadetlerinizi bitirince vaktiyle (orada) atalarınızı (üstün meziyetleriyle överek) andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli ve heyecanlı bir şekilde Allah’ı anın. Zira insanlardan bazıları: “Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini sadece bu) dünyada ver.” diye dua eder (ve ona göre yaşarlar). Fakat (bilinmelidir ki) bu şekilde dua edenin ahiretten bir nasibi yoktur.
       201. Onların kimi de: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik (ver) ve bizi ateşin azabından koru.” der.

       Allah’tan hem dünya hem de ahiret saadetini istemek en doğru yakarıştır. Bu ayetten anlıyoruz ki insan hem dünya hem de ahireti için çalışmalıdır. Dünya ve ahiret kavramları aslında tek bir hayatı ifade eder. Dünya, gerçek hayatın başlangıç kısmı ve geçici olanı olup insanların tekâmül etmesi ve bazı sınavlardan geçmesi için de kısa süreli bir yaşama alanıdır. “Dünya için çalışmaya değmez.” diyerek dünyadan el etek çekmek ve dünyalıklardan tamamen arınmak doğru olmadığı gibi (Kasas, 28/77; Mülk, 67/15; A’râf, 7/3), ahireti unutup tamamıyla dünyaya ve dünyalıklara odaklanmak da doğru değildir.
       Dünya; ahiret yolculuğunda bir araçtır, amaç değil. Yani birer emanet olan evlat, mal, mülk, makam, şöhret gibi dünyalıkları kazanmak insan için ana gaye olmamalıdır. İnsan her iki âlemin de güzelliklerini istemeli, dünyasını imar ederken ahiretini, ahiretini inşa ederken de dünyasını berbat etmemelidir. Dünya-ahiret dengesini dikkate alarak bir hayat nizamı oluşturmalı ve bu nizamı oluştururken de Allah’ın istediklerini hayatının merkezine almalıdır. Yani hiç ölmeyecekmiş gibi güzel, faydalı ve kalıcı işler yapmalı; hemen ölecekmiş gibi ebedi hayat için hazırlıklı olmalıdır.

       202. İşte onlar için, kazandıklarından (hem dünyada hem de ahirette) büyük bir nasip vardır. Ve Allah hesabı çok çabuk görendir.
       203. (Hac dönemindeki) sayılı günlerde (eyyam-ı teşrikte telbiye ve tekbir getirerek özel dualarla) Allah’ı anın. Kim iki gün içinde acele edip (Mina’dan Mekke’ye) dönmek isterse ona günah yoktur. Kim geri kalırsa ona da günah yoktur. Bunlar günahtan sakınanlar içindir. O halde Allah’ın istediği şekilde yaşayın ve bilin ki sonunda onun huzurunda toplanacaksınız.

       Eyyâm-ı teşrik (teşrik günleri) ile teşrik tekbirlerinin gününü birbirine karıştırmamak lazım. Teşrik günleri Kurban Bayramı’nın ikinci gününden başlar, dördüncü günü ikindi vaktine kadar devam eder. Teşrik tekbirleri ise Arefe günü sabah namazında başlar, dördüncü günü ikindi vaktine kadar devam eder.

       204. İnsanlardan öyleleri vardır ki dünya hayatına dair konuşması senin hoşuna gider. Bir de kalbindeki (nifak ve menfaat düşüncesi)ne rağmen (din konusunda samimi olduğuna dair) Allah’ı şahit tutar. Hâlbuki o, düşmanlıkta en amansız olandır. Bkz. 63/4
       205. Ancak hâkimiyeti eline alır almaz yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah bozguncuları hiç sevmez.

       Kur’an, fesat çıkaranların yaptıklarını eleştirmekle yetinmez, bunların insanlık ve doğal düzen için de zararlı olduklarını ortaya koyarak onlara karşı mücadele edilmesini emreder.
       Bugün, bizler de belli bir zümrenin bencillik ve açgözlülük yüzünden ekinin ve neslin bozulması konusunda çok büyük entrika içerisinde olduğunu görüyoruz. Az çalışarak dünyaya egemen olmak isteyen bu zümre, canlıların genleriyle oynayarak ekolojik sisteme ve biyolojik çeşitliliğe zarar verecek, dünya ve insanlık adına çok büyük felaketlere sebep olacak, erdemli bir neslin yetişmesini engelleyecek ve adil paylaşımı baltalayacak çalışmalar yapmaktadır. Bu ayet bunlara işaret ederek insanların tedbir alması gerektiğine vurgu yapıyor.

       206. Kendisine ne zaman: “Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakın!” dense, yersiz gururu onu günaha sevk eder. Böylelerinin payına cehennem düşecektir. (Orası) ne kötü bir konaklama yeridir!

       Yeryüzünde fesat çıkaran, toplumun birliğini ve dirliğini bozan, zulmü ve ahlaksızlığı prensip edinen kişiye, “Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakın!” denildiği zaman bunu gururuna yediremez. İşlediği yanlış ve zararlı eylemlerle de Allah’a meydan okumaya devam eder. Ve böylece ayetin son cümlesinde ifade edildiği gibi cehennemi konaklama yeri olarak seçmiş olur.

       207. İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendini (dünyalık hevâsını, malını, canını, tüm varlığını) feda eder. İşte Allah (bu fedakârca davranışı sergileyen) kullarına karşı daima şefkatlidir.
       208. Ey inananlar! Allah’a kendinizi tam olarak teslim edin. Şeytanın izini/yolunu takip etmeyin. Zira o sizin apaçık düşmanınızdır.

       “Allah’a tam olarak teslim olmak” O’nun gönderdiği öğretilerin doğruluğuna ve faydasına, engin merhametine, sonsuz şefkatine, her şeyin üstesinden gelen kudretine, sınırsız ilim ve hikmetine, varlık âleminin işleyişindeki koruyucu yasalarına, yakınlığına, bağışlayıcılığına, bitmeyen lütuf ve ihsanına, O’ndan gelecek olan her şeyin mutlaka hayır içerdiğine, şer diye algıladıklarımızda da hayır bulunduğuna, kahrının da lütfunun da hoş olduğuna inanmak ve O’nun istediği istikamette hayatı tanzim etmektir.

       209. Size, apaçık belgeler (ayetler) geldikten sonra yine tökezlerseniz (Hak yoldan kayarsanız), bilin ki Allah, gerçekten üstün ve güçlüdür (O’ndan bir şey eksiltemezsiniz ve Onu acze de düşüremezsiniz), hükmünde tam isabet kaydedendir (her şeyi yerli yerince yapandır).
       210. Şeytanın peşinden gidenler ne bekliyorlar? Onlar (akılları sıra), buluttan gölgelikler içinde Allah’ın (azabının) ve (azap için) meleklerin gelip haklarındaki hükmün verilmesini (işlerinin bitirilmesini mi) bekliyorlar? Oysa bütün işler Allah’a döndürülür (nihai kararı Allah verir). Bkz. 25/25
       211. İsrailoğullarına, (mutlak hakikati gösteren) nice açık deliller vermiştik de ne olmuştu, sor onlara (hepsini inkâr etmişlerdi)! Kim (ayetler, mucizeler) kendisine geldikten sonra Allah’ın nimetini (Kitap’ının ayetlerini) değiştirirse (bilsin ki) Allah’ın azabı pek şiddetlidir.
       212. İnkârcılara dünya hayatı süslü göründü. Bu yüzden (sadece dünyaya kilitlenen inkârcılar hem dünyayı hem de ahireti önemseyen) mü’minlerle alay eder oldular. Oysa Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle (dünya-ahiret dengesini sağlayarak) yaşayanlar, kıyamet günü onlardan üstün konumda olacaklar. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

       Aslında dünya hayatının süsü herkes için caziptir. Yanlış olan; dünyanın basit ve iğreti nimetlerine bağlı kalarak âhiretin gerçek ve kalıcı nimetlerini unutmak; faydasız uğraşlarla ömür sermayesini tüketirken nihai hedeften mahrum olmak; iğreti arzuları ilahlaştırırken de Allah’ı devre dışı bırakmaktır. İşte inkârcılar bu süse kapılarak hakikati göremez olur ve dünyaya meyletmeyen, dünya ve âhiret dengesini kurarak mutedil bir hayat tarzı ortaya koyan mü’minlerle alay ederler. Oysa âyetin son cümlesinde de ifade edildiği gibi kendilerine dünyalık nimetleri veren ve onlarla refah içerisinde yaşamalarını sağlayan sadece Allah’tır.

       213. İnsanlar tek bir ümmetti/milletti. Sonra (bir kısmı küfre saparak ayrılığa düşünce) Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak nebileri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da indirdi. Kendilerine kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o Kitap hakkında anlaşmazlığa düştüler. Böylece Allah, iman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, dileyeni doğru yola iletir.

       Ayette geçen “İnsanlar tek bir ümmetti/milletti” ifadesi; insanlığın ortak bir kaynaktan geldiğini belirtiyor. Zaman geçtikçe bu ortak kaynaktan çoğalan insanlar, farklı yerlerde yaşamaya yöneldiler. Yaşadıkları yerin coğrafi özelliklerine ve iklim şartlarına göre hayat standartları gelişti, yerel ve bölgesel kültürler oluştu. Bununla birlikte insanlar arasındaki düşünceler farklılaştı, birbiriyle çelişen görüşler ve doktrinler ortaya çıkmaya başladı. Buradan da farklı yaşam tarzları ile çeşitli inanç sistemleri doğdu. Bütün bu oluşumlar, insanların arasından peygamberlerin çıkmasını ve bu peygamberlere ilahi kitapların inmesini gerekli kıldı.

       214. (Ey inananlar!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenler gibi sıkıntı çekmeden cennete girebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Onların başına öyle ezici sıkıntılar ve katlanılmaz darlıklar geldi ki ve öylesine sarsıldılar ki inananlarla birlikte resul de: “Allah’ın (vaat ettiği) yardımı ne zaman (gelecek)?” diye feryat ediyordu. İyi bilin ki Allah’ın yardımı çok yakındır! Bkz. 3/142, 21/35, 29/2

       Bu ayet, Hendek Savaşı’nda inananların karşılaştıkları sıkıntılar üzerine nazil olmuştur. O gün, günler geçmesine rağmen netice alınamayınca, Hz. Peygamber ve dava arkadaşları ciddi manada sarsılmışlardı. Fakat “Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?” diyecek kadar çaresiz kalmalarına rağmen, davalarından caymamışlar ve cepheyi bırakmamışlardı. Allah da sadakat ve samimiyet testinden geçirdiği mü’minleri, “Allah’ın yardımı çok yakındır.” sözüyle müjdelemiş ve onların galip gelmesine yardımcı olmuştu.

       215. Sana neyi (ve kime) infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İnfak edeceğiniz mal anne-babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış gariplere verilmelidir. Muhakkak ki Allah, yapılan o iyiliği hakkıyla bilendir.” Bkz. 2/219
       216. Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde size farz kılındı. Olur ki bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Gerçeği (hayırlı ve doğru olanı) Allah bilir, siz bilemezsiniz. Bkz. 9/122

    Bu mesajın muhatabı olan mü’min ki o asla paniğe kapılmaz, zorluklar karşısında yılmaz, yenilgiye uğradı diye karamsarlığa düşmez, direniş gösteremedi diye ümidini yitirmez. Yaşadığı zorlukların arkasında bir kolaylığın, sıkıntıların arkasında bir rahatlığın, zahmetin ve yorgunluğun akabinde bir dinçliğin olabileceğini düşünerek kendini her zaman güvende hisseder. İnsanın karşılaştığı ve “kötü” diye düşündüğü birçok şey, nihai sonuçları itibarıyla kötü değildir. Yine “hayır” zannettiği birçok şey de nihai sonuçları itibarıyla iyi değildir. Görünüşte kötülük olarak değerlendirdiğimiz nice şey, çoğu zaman ilahi kaynaklı bir olgu olan ruhsal kemâlâta erişmemize vesile olabilir. Ya da bizi derinliğini beşerî algı ile kavrayamadığımız bir olay sizi hayırlı bir neticeye götürebilir. Yine zahiri birçok iyilik, çoğu zaman insanı Allah’tan uzaklaştıran ve neticede onu hüsrana götüren bir araç olabilir. Veya kötülüğe zemin oluşturacak hayırsız bir çıkmaza sürükleyebilir. Bkz. 9/122
       Bu âyeti daha iyi anlamak için Bakara Sûresi’nin 190–193 ve Hac Sûresi’nin 22/39 âyetleri ile irtibatını kurmak gerekir. Savaş, insanların hoşuna gitmese de barış adına ve toplumun hayrına birçok faydaları ihtiva eder. O bakımdan çoğu zaman savaş kaçınılmaz olur. Böyle durumlarda da savaşmak bir insanlık görevidir. Bu görevin mutlaka birileri tarafından yerine getirilmesi gerekir.

       217. Sana haram ayı (saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayı) ve onda savaşma hakkında soru yöneltiyorlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır.” Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha beterdir. İnkârcıların güçleri yetse sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşa devam ederler. Sizden her kim dininden döner de kâfir olarak ölürse onların yaptığı ameller dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar cehennem halkıdır. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

       Müşrikler Müslümanlara saldırmak için türlü bahaneler uyduruyorlardı. Bunlardan bir tanesi de savaşın ve adam öldürmenin yasak olduğu “haram ay ”da Müslümanların müşriklerden bir kişiyi öldürdüğü, iki kişiyi de esir aldığı yönündeydi. Gerçi bazı kaynaklarda; “haram ay”ın başladığını bilmeden müşriklerden bir kişinin öldürüldüğü ile alakalı bilgiler de bulunmaktadır, ancak aynı kaynaklar bunun Hz. Muhammed’in bilgisi dışında geliştiğini de aktarmaktadır. Bu yaygara üzerine savaş çıkarmak bahanesiyle Hz. Muhammed’e gelen müşrikler yasak ayı ve o aydaki savaş durumunu (adam öldürmenin hükmünü) soruyorlar. Allah da elçisinin şu şekilde cevap vermesini istiyor: “De ki: ‘O ayda savaşmak büyük günahtır.” Yani “haram ay”da savaşmanın günah olduğunu ve böylece Müslümanların bu günahı irtikâp ederek bir hadsizlik yapmasının mümkün olmadığını, olduysa da bunun bilinçsizce yapıldığını söylüyor. Verilen cevabın devamında müşrikleri şok eden aşağıdaki cümleler geliyor: “Ancak (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı, adam öldürmekten daha beterdir.” Savaşı ve saldırıyı müşrikler başlatmıştı. İnsanları Allah yolundan alıkoyanlar, Allah’ı ve Mescid-i Haram’ın saygınlığını inkâr edenler de onlardı. İnsanları Allah yolundan alıkoyabilmek için her yola başvurmuşlar ve böylece bütün büyük suçları işlemişlerdi. Medine’ye göç edilmeden önce, 13 yıl boyunca Müslümanlara çeşitli eziyetler çektirmişler, dinî inançları yüzünden onlara türlü türlü baskı yapmışlardı. Yüce Allah, Mescid-i Haram’ı güvenli bir bölge yaptığı hâlde onlar buranın halkını yurtlarından çıkarmışlardı. Kısacası buranın dokunulmazlığına hiçbir zaman riayet etmemişler, kutsallığına da saygı göstermemişlerdi.

       218. Şüphe yok ki inananlar, zulüm ve kötülük diyarından (inandıklarını yaşayamadığı için) uzaklaşanlar ve Allah yolunda üstün gayret gösterenler (var ya); işte onlar Allah’ın rahmetini umarlar. Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
       219. Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Fakat günahları faydalarından daha büyüktür.” Ve yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyacınızdan arta kalan her şeyi.” Allah size mesajlarını böylece açıklıyor ki düşünüp ders alasınız. Bkz. 2/215

       Şarap (sarhoş eden içecek) haramdır. Bu, onun hiçbir faydası olmadığı anlamına da gelmez. Sarhoş edici olduğu halde bazı faydaları olan içecekler olabilir. Ancak sarhoş edici olmaları hasebiyle içilmeleri yasaklanmıştır. Kumarda bir taraf kazanırken -gerçi bu kazanmanın kimseye bir faydası olduğu görülmemiştir ama yine de kazanılmış gibi değerlendirilmektedir- diğer taraf kaybetmektedir. Dolayısıyla kumar oynamak da sarhoş eden içecekler gibi haramdır.
       
       220. Dünya ve âhiret hakkında (sizin için faydalı olan davranışları düşünün ve ona göre hareket edin). Bir de sana yetimlere nasıl davranılacağını soruyorlar. De ki: “Onların (mallarını muhafaza ederek, haklarını koruyarak ve onlara yardımda bulunarak) durumlarını düzeltmek en doğru olandır. Eğer onlarla bir arada yaşarsanız (doğru olanı yaparsınız. Çünkü) onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, (yetimler için) bozgunculuk yapanla yararlı iş yapanı bilir. Eğer Allah dileseydi sizi (de onlar gibi) zor durumda bırakır (ve hiçbir şekilde yetimlerin mallarından faydalanmanıza müsaade etmez)di. Şüphesiz ki Allah, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

       221. (Ey inananlar!) İman etmedikleri müddetçe müşrik kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile müşrik bir kadından, imanlı bir cariye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe müşrik erkekleri de (kızlarınızla/kadınlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile müşrik bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir. Onlar sizi cehenneme çağırırlar. Allah ise sizi kendi izniyle cennete ve affa davet eder ve üzerinde düşünüp gerekli dersi alsınlar diye ayetlerini insanlara (böyle) açıklar.
       222. Sana “kadınların regl dönemini (âdet halini ve âdetli iken ne yapıp yapamayacaklarını) soruyorlar. De ki: “O, (kadını sıkıcı ve erkeği tiksindirici, cinsel ilişkiye engel olan bir çeşit) hastalık halidir. Bu yüzden adet halinde kadınlardan uzak durun ve temizleninceye kadar onlara (cinsel ilişki için) yaklaşmayın (fakat cinsel ilişki dışındaki olağan karı-koca ilişkilerini devam ettirebilirsiniz). Temizlendikleri zaman, cinselliğin fıtrî seyrine uygun olarak Allah’ın size emrettiği şekilde onlara yaklaşın. Şüphesiz Allah, pişmanlıkla kendisine yönelenleri sever, özlerini temiz tutanları da sever.”

       Bu ayetten anlıyoruz ki âdet gören kadına sadece cinsel ilişki yasağı vardır. Gelenekçi anlayışta sanıldığı gibi âdet gören kadın cünüp ya da Yahudi anlayışındaki gibi lanetli değildir. Çünkü regl (âdet hali) tıpkı burun kanaması gibi bir çeşit kanamadır, rahim iç astar dokusunu oluşturan endometrium tabakasının gebelik için her ay kendini yenilemesinin doğal sonucu olarak rahimden gelen kanın dışarıya atılmasıdır. Böyle bir durumda kadınları cünüp gibi değerlendirerek onlara ibadet yasağı getirmek doğru değildir.
       Medine’de yaşayan o günün Yahudileri âdetli kadını cünüp ve lanetli kabul ederek onu her çeşit dinî ve sosyal hayatın dışında tutarlardı. Bunu gören Müslümanlar konuyu Hz. Peygambere intikal ettiriyor ve bu ayet nazil oluyor. Yani soru doğrudan Hz. Peygambere soruluyor, cevabı bizzat Allah veriyor ve bu mevzuda bir daha ne soru soruluyor ne de ayet geliyor ve böylece bu bahis buradaki cevapla olduğu gibi Kur’an’da kayıt altına alınarak kapanıyor. Ama çok açık ve net olan bu ayete rağmen gelenekçi, hurafeci anlayış, farklı görüşler öne sürerek ve bunların bazılarını Hz. Peygambere, bazılarını da sözde büyük İslam otoritelerine atfederek kadınları dini yaşamdan uzak tutuyor.
       Adetli kadın fazla kan kaybından dolayı zayıf düşecekse sonra kaza etmek kaydıyla oruç tutmayabilir ama zayıf düşme endişesi yoksa orucunu tutar. Eğer kanama sürekli ise ve bunu önleyecek bir gücü de yoksa namazını kılmayabilir, kaza etmesine de gerek yoktur. Hz. Peygamber zamanında bugün olduğu gibi âdetli kadınların kendilerini koruma imkânları yoktu, böyle olunca da özel durumlarında mescide gitmezlerdi. Ama bugünün kadınının böyle bir sorunu yok, kendini koruyacak ve temiz tutacak her türlü olanağa sahiptir. Böyle olunca, âdetli kadın bütün tedbirleri aldıktan sonra her defasında abdest almak şartıyla namazını kılabilir; hac ve umre için Kâbe’de bulunuyorsa tavafını yapabilir, Kur’an okuyabilir ve dini sohbetlerde bulunabilir.

       223. Kadınlarınız sizin (nesil yetiştirmek) için bir tarladır (döl ekme yeridir). O halde tarlanıza (adet halleri dışında) nasıl dilerseniz öyle varın. Kendiniz için önceden (birbirinizin hayrına olacak maddi ve manevi) hazırlıklar yapın. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayın ve mutlaka ona kavuşacağınızı bilin. (Ey nebi!) İnananları müjdele!

       Ayette geçen “kendiniz için önceden hazırlık yapın,” ifadesi, ilişkinin sadece kaba bir şehvet giderme olmaması için ilişkiye bedenen ve ruhen hazırlanmayı öneriyor. Ayrıca hayvanlarda olduğu gibi sadece şehveti gidermeyi amaçlamamak, soyun devam etmesini ve hayırlı bir neslin oluşmasını da hedeflemek gerektiğine vurgu yapılıyor.

       224. Allah adına yaptığınız yeminler; erdemliliğe, Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamaya ve insanlar arasında barışın getirilmesine engel teşkil etmesin. Muhakkak ki Allah, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir.
       225. Allah, düşünmeden yapmış olduğunuz (hayırsız ve yarasız) yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutacaktır. Allah, çok bağışlayandır, halimdir (rızıkları günahlardan dolayı kesmeyen ve ceza vermekte de acele etmeyendir). Bkz. 5/89

       Hz. Ebu Bekir, kızı Aişe hakkında ileri geri konuşan akrabası Mistah’a yardım etmeyeceğine dair yemin etmişti. Daha sonra ona yardım etmek istemişti ama yeminli olduğu için yardım edemiyordu. Bu ve sonraki ayet, bu tür yeminlerin bozulmasında yarar olduğu ve kefaretle telafisinin de mümkün olacağını ortaya koyuyor.
       
       226. Eşlerine yaklaşmayacaklarına (ve onları boşayacaklarına) dair yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır. Eğer (bu müddet içinde pişman olup yeminlerine kefaret ödeyerek hanımlarına) dönerlerse (nikâhları yenilenmiş olacaktır). Kuşku yok ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Bkz. 2/232, 65/1-2

       227. Eğer (yemin edenler birlikte yaşama istek ve sevgileri kalmadığı için yeminlerinden dönmeyip kadınlarını) boşamaya karar verirlerse (hâkim tarafından boşanırlar). Biliniz ki Allah, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir.
       228. Boşanmış kadınlar, (evlenmeden) kendi başlarına üç adet hali ve temizlenme süresi beklerler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah’ın, rahimlerinde yarattığını saklamaları (hamileliklerini gizlemeleri) helal olmaz. Ve bu (üç aylık) süre zarfında kocaları barışmak isterlerse (kadınlar da rıza gösterirse), onları geri almada (başkalarından) daha çok hak sahibidirler. Adalet ölçülerine göre erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Fakat erkekler (aile reisliği ve sorumlulukları bakımından çalışmayan) kadınlara göre bir derece daha üstünlüğe sahiptir. Allah, mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
       229. (Karşılıklı ve geri dönüş imkânlı) boşama iki defa geçerlidir. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir. Onlara verdiğiniz bir şeyi (mihri) geri almanız size helal olmaz. Erkek ve kadın Allah’ın (evlilik hakkındaki) yükümlülükleri yerine getiremeyeceklerinden korkarlarsa o başka. (Ey karı koca arasında hüküm verecek olanlar!) Siz de bunların Allah’ın verdiği yükümlülükleri yerine getiremeyeceklerinden korkarsanız, o zaman kadının ayrılmak için hakkından vazgeçmesinde artık ikisine de günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Sakın onları aşmayın. Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Bkz. 60/10

       Nikâhlı çiftler arasında evlilik bağının sona ermesi, klasik fıkıh literatüründe “Talâk” olarak ifade edilir. Eşler arası geçimsizlik bazen ileri dereceye ulaşır ve boşanma tek çare olarak görülebilir. Buna rağmen, boşanma en son başvurulması gereken yoldur. Bununla birlikte, bütün anlaşma yolları kapanmış ve evlilik hayatının sürdürülmesi imkânsız hale gelmişse boşanma en makul yol olarak meşru görülmüştür.

       230. Eğer erkek, karısını (temizlik hallerinde bilinçli olarak) bir defa daha (iki defa boşadıktan sonra üçüncü kez) boşarsa artık o kadın başka biriyle (formalite değil, gerçekten) evlenmedikçe ona helâl olmaz. Bu ikinci koca da onu boşarsa, Allah’ın koymuş olduğu sınırları koruyup ayakta tutabileceklerini umarlarsa eski karı kocanın birbirine dönüp yeniden evlenmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar, bilip anlayan bir topluluğa, Allah’ın açıkladığı (uyulması gereken) sınırlarıdır.
       231. Kadınları boşadığınız zaman, iddet müddetleri (olan üç aylık) bekleme sürelerini bitirmeye yaklaşırlarken ya onları iyilikle yanınızda tutun yahut güzellikle bırakın. (Mallarından dolayı) haklarına tecavüz etmek kastıyla zarar vererek onları alıkoymayın. Çünkü böyle bir davranışta bulunan, (yalnızca) kendisine yazık etmiş olur. Sakın Allah’ın âyetlerini eğlenceye almayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek için indirdiği Kitap’ı ve hikmeti hatırlayın! Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.

       Buradaki “iddet müddetleri (olan üç aylık) bekleme sürelerini bitirmek” ten maksat; bir önceki ayette anlatılan bekleme sürelerinin sonuna yaklaşmaktır. Bu sürenin bitimine doğru, erkek meşru sınırlar içinde kalarak ya iyi niyetle kadına dönecek ya da iddet müddetinin dolmasını bekleyerek kadının kendisinden kesinlikle umut kesmesini sağlayacaktır. Onu aşağılamayacak, dışlamayacak, ötekileştirmeyecek. Onu ailenin en önemli fertlerinden birisi gibi korumaya devam edecek. Kadına hak ettiği değeri takdir eden İslam dini, hangi sebeple olursa olsun, onun haksızlığa uğramasına müsaade etmez. Nitekim o günün Arap toplumunda yaygın olan “zarar verme amaçlı alıkoyma uygulaması” gibi uygulamalar, okuduğumuz ayetlerde tekrar tekrar yasaklanmaktadır.

       232. Kadınları boşayıp da bekleme sürelerini doldurdukları zaman eğer daha önceki kocaları ile örfe uygun (meşru) bir biçimde anlaşırlarsa evlenmelerine engel olmayın! Bununla içinizden Allah’a ve ahiret gününe iman edenlere öğüt verilmektedir. Bu, sizin için daha isabetli ve daha temizdir. Allah (neyin sizin için daha isabetli olacağını) bilir, siz bilmezsiniz. Bkz. 2/226, 65/1-2
       233. Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği, örfe uygun olarak babaya aittir. Hiçbir kimseye gücünün üstünde bir yük ve sorumluluk yüklenmez. Hiçbir anne ve hiçbir baba çocuğu sebebiyle zarara uğratılmasın. (Baba ölmüşse) mirasçı da aynı şeyle sorumludur. Eğer (anne ve baba) kendi aralarında anlaşarak (iki yıl dolmadan) çocuğu sütten kesmek isterlerse, onlara günah yoktur. Ve eğer (anne-baba), her ikisi, (anne ile çocuğun) ayrılmasına karşılıklı rıza ve danışma ile karar verirlerse (bundan dolayı) onlara bir günah yoktur ve eğer çocuğunuzu sütannelere emanet etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde sağlamanız şartıyla size bir günah yüklenmez. Allah’ın emirlerine uyun ve bilin ki Allah tüm yaptıklarınızı görmektedir.
       234. Sizden ölen erkeklerin geride bıraktıkları eşleri, (evlenmeden, görücüye çıkmadan, süslenmeden) kendi başlarına dört ay on gün (iddet süresi) beklerler. Bekleme süresini doldurunca artık kendi haklarında meşru biçimde (evlenmek, süslenmek, görücüye çıkmak gibi) yaptıklarından dolayı size de onlara da günah ve sorumluluk yoktur. Allah tüm yaptıklarınızdan haberdardır.

       Burada dört ay on gün beklemekten maksat, bu süre içinde kadının hamile olup olmadığının tam belli olmasıdır. Yine bu süre içerisinde kadının evlilikle ilgili herhangi bir çalışma yapmaması da tavsiye edilmektedir. Eğer bu zaman zarfında kadının hamile olduğu tespit edilirse bebeğini doğurana kadar evlenemez. Âdetten kesilmiş olan kadınların bekleme süresi ise üç aydır.
       
       235. Böyle (bekleme süresi içindeki) kadınlara evlenme isteğinizi ima yoluyla üstü kapalı olarak anlatmanızda veya gönlünüzde tutmanızda size bir vebal yoktur. Allah biliyor ki siz onlara (bunu er geç mutlaka) söyleyeceksiniz. Meşru sözler söylemeniz dışında sakın onlarla gizliden gizliye buluşma yönünde sözleşmeyin. Farz olan bekleme müddeti sona erinceye kadar onları nikâhlamaya kalkmayın! Şunu da bilin ki Allah, içinizden geçeni hakkıyla bilir. Artık ona karşı gelmekten sakının! Ve yine bilin ki Allah çok bağışlayandır ve halimdir (günahlarından dolayı insanların rızkını kesmez ve cezada da acele etmez).
Bkz.2/234 ve açıklaması.

       236. (Evlenmek için bir araya geldiğiniz fakat) kendileriyle henüz cinsel ilişkide bulunmadığınız ya da bir mehir takdir etmediğiniz kadınları (onunla uyuşup uyuşmayacağınız kanaati hasıl olunca) boşarsanız, üzerinize bir günah ve sorumluluk yoktur. Onları, zengin olan kendi gücü, darda olan da kendi imkânı oranında, maruf (meşru ve örfe uygun) bir şekilde yararlandırsın. (Bu,) iyilik eden ve erdem sahibi olan kimselere yakışan bir görevdir.

       Âyette geçen “Farîza” terimi; nikâh akdinden önce evlenecek olan çiftler tarafından üzerinde anlaşmaya varılan mehri gösterir. İslam hukukunda mehir, erkeğin evlenirken kadına verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği altın, para, mal veya menfaat taahhüdüdür. Mehir kadının mal varlığına dâhil olur ve kadın bu mehirle dilediği tasarrufta bulunabilir. Bu durumda erkeğin üzerine vacip olan mehir, kadına verilen değeri ifade eder ve kadın için sosyal bir garanti niteliği taşır.
       
       237. Kendilerine mehir tayin ederek evlendiğiniz kadınları, gerdeğe girmeden (cinsel ilişkide bulunmadan) boşarsanız, tayin ettiğiniz mehrin yarısı onların hakkıdır. Ancak kadının ya da nikâh bağı elinde bulunan (kocanın paylarından) vazgeçmesi başka. Ey erkekler! Sizin (tamamını ya da fazlasını) bağışlamanız ise takvaya (Allah’ın direktifleri doğrultusunda duyarlı yaşamaya) daha yakındır. Aranızdaki (yakınlıktan ve tanışıklıktan doğan) erdemliliği (birbirinize iyi davranmayı) unutmayın! Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.

       238. (Ey inananlar!) Namazlarınızı Allah’a gönülden boyun eğerek farkında olarak, derin duygular besleyerek gevşemeden, pörsümeden, her türlü yıpranmadan uzak, okuduklarınızı anlayarak gereği gibi kılın. Ve özellikle orta namazla (ikindi namazıyla) ilgili sorumluluklarınızı yerine getirin. Bkz. 11/114, 17/78, 30/17-18

       Burada “orta namaz” dan kastedilen, genel kabule göre günün beş ayrı vaktinde ikame edilen namazların ortasında olan yani günün bitiminden önce kılınan “ikindi” namazıdır. “Namazları muhafaza etmek” ten maksatsa sadece namazları vaktinde eda etmek değil, namazda okunanları anlayıp özümsemek, duaların hakkını vermek, yapılan duaların istikametinde yaşamak, ibadetin bütün güzelliklerini içinde barındıran bir namaz olmasına gayret etmek, “Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz.” şeklindeki vaatlerin arkasında durmak, Allah’la hasbihal edilenleri hayata geçirmek, niyaza dönüştürülen namazla olgunlaşmak, namazdan alınan ilhamla güzellikleri korumak ve kötülüklerden korunarak iyi ve faydalı bir insan olmaktır.

       239. Eğer (düşman, yırtıcı hayvan, doğal afet ve benzeri) tehlikede iseniz (durup namaz kılma imkânı bulamazsanız) bu durumda yürürken ya da binek üzerinde iken namazınızı ikame edin. (Tehlikeden emin olup) güvenliğe kavuşunca da Allah’ı, daha önce bilmediğiniz ve onun size öğrettiği şekilde anın (namazı belirlenen şekilde ikame etmeye devam edin). Bkz. 4/101

       Bu emir, yalnızca savaş, deprem ve sel felaketi gibi herhangi bir tehlike anında bir yerde namaz kılacak kadar kalmak tehlikeli olacağından, böyle bir durumda namazların, kıbleyi bile dikkate almadan en kolay şekilde kılınabileceğine işaret etmektedir.

       240. Sizden hanımlarını geride bırakarak öleceğini anlayanlar, eşleri (kendi evlerinden) çıkarılmaya ihtiyaç duymaksızın bir yıl boyunca geçimlerini sağlayacak kadar (hayattayken nafaka) vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (kocalarının evinde kalmak zorunda olmadıkları için) kendi arzularıyla evleri terk ederse kendi haklarında yaptıkları meşru bir hareketten dolayı size bir sorumluluk yoktur. Hiç şüphesiz Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.
       241. Boşanmış kadınların, örfe uygun (meşru) bir şekilde (kocalarından) menfaat sağlamak (nafaka almak) hakları vardır. Bu, Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamak isteyen herkes için bir görevdir.

       Bu hüküm, haksız yere boşanmış olan kadınlarla ilgilidir. Kocanın maddi durumu ve zamanın sosyal şartları belli olmadığı için de boşanan kadınlara, evlenmedikleri sürece ve yeniden evleninceye kadar ödenen nafakanın miktarı da belirlenmemiştir. Bu miktar zamana ve toplumsal şartlara göre değişebilmektedir. Bu konuda iyi bir empati kurması gereken erkek, haksızlığa ve fırsatçılığa meyletmeden üzerine düşeni yapmalıdır.

       242. İşte Allah, akıllarınızı kullanarak düşünesiniz diye mesajlarını size böyle açıklıyor.
       243. (Ey Resûl!) Ölüm korkusuyla (veba salgınından dolayı ya da cihattan kaytarmak için) binlercesinin yurtlarından çıkıp gittiğini görmedin mi? Allah onlara önce “Ölün!” dedi. (Onlar da ölüm moduna girdiler ve kısa bir müddet) sonra (ibret olsun diye Allah) onları hayata yeniden döndürdü. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı lütufkârdır. Lakin insanların çoğu şükretmez.

       Âyette kastedilen insanların kimlikleri ve nerede yaşadıkları konusunda açık bir işarete rastlanmamıştır. Bazı yorumcular, İsrailoğullarının ölüm korkusuyla Mısır’ı terk ederken, Sina Çölü’nde birçok çile çektiklerini, orada on binlerce insanın öldüğünü ve bazılarının ölmek üzere iken hayata yeniden döndüğünü hatırlatarak, insanlara bir mesaj verildiği yönünde kanaat belirtmektedir.

       244. Allah yolunda (zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırıncaya kadar sizinle savaşanlarla) savaşın ve bilin ki Allah (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir.
       245. Allah’a katlayarak fazlasıyla geri vereceği (güzel) bir borcu ona verecek olan kim var? Kısıtlayan da bolca veren de Allah’tır. Ve (hesap vermek üzere) yalnız ona döndürüleceksiniz. Bkz. 5/12, 57/11, 18, 73/20
       246. Musa’dan sonra, İsrailoğullarından ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir nebiye: “Bize bir hükümdar gönder ki (onun komutasında) Allah yolunda savaşalım.” demişlerdi. O da: “Ya size savaş emredilir de savaşmazsanız?” deyince, onlar da: “Biz Allah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık hem de oğullarımızdan ayrıldık.” demişlerdi. Fakat ne zaman ki onların üzerine savaş farz kılındı, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Allah, gerçek zalimlerin kim olduğunu çok iyi bilmektedir.

       Sürekli baskı gören İsrailoğulları; yurtlarının Filistinliler, Amuriler, Amalikalılar ve Sami ırkından gelen kabileler tarafından devamlı işgal edilmesi ve oğullarının esir alınması üzerine böyle bir dilekte bulunuyorlar. Ve bu savaşa da Allah yolunda savaş diyorlar. Burada da zulme uğrayan bir toplum var ve bu toplum zalimin zulmünü ortadan kaldırmak için “Allah yolunda” ifadesini kullanıyor. Demek ki zulmün, tehcirin, aldatmanın, kayırmanın, haksızlığın, fitnenin, fesadın, talanın, yalanın, gaspın, hırsızlığın olmadığı her yol Allah’ın yoludur. Bu yola hizmet de ancak saydığımız bu çirkin sıfatlara hayat hakkı tanımamakla olur.
       İsrailoğulları üzerinden verilen bu mesaj aynı zamanda, iyi ve kolay zamanda kahramanlık gösterip zor zamanda cepheden kaçanlara, parası olmadığında ihlâslı, paraya kavuştuğunda fiyakalı olanlara, “Zengin olsaydım neler yapardım neler…” deyip de paraya kavuştuğunda onlarca mazeret göstererek sıvışanlara da açık bir uyarı niteliğindedir.

       247. Nebileri onlara: “Allah, size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi.” dedi. Onlar da: “Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona mal (servet) yönünden geniş imkân verilmemişken, o bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir?” dediler. Nebileri onlara: “Allah onu hükümdar olarak seçerek başınıza getirdi, ona bilgi ve vücut gücü bakımından üstünlük bağışladı.” dedi. Allah otoriteyi dilediğine verir. Allah, rahmeti ve ihsanı bol olandır, (her şeyi) hakkıyla bilendir.

       Tâlût kelimesi, Kur’an’da sadece iki yerde (Bakara 2/247 ve 249) geçmektedir. Birkaç yerde de ona işaret eden zamirler bulunmaktadır. Mısır’la Filistin arasında yaşayan Amalikalılar, kralları Câlut kumandasında bir ordu ile İsrailoğullarına saldırarak onları yurtlarından çıkarmıştı. İsrailoğulları da peygamberlerinden, kendilerine bir kumandan tayin etmesini istemişti. O da nesli Hz. Yakup’un oğlu Bünyamin’e dayanan Tâlût isminde birini başlarına kumandan olarak tayin etmişti. Bunun üzerine, bir sonraki ayette de görüldüğü üzere onlar, “Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona mal (servet) yönünden geniş imkân verilmemişken, o bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir?” diye yakınmışlardı.

       248. Nebileri onlara dedi ki: “Onun hükümdarlığının alâmeti, Tabut’un (kutsal emanet bulunan sandukanın onun vasıtasıyla) sizin elinize geçmesi olacaktır. Meleklerin taşıyarak getireceği o sandığın içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sekinet; Musa ve Harun hanedanlarının bıraktığı bazı önemli eşyalar ve hatıralar vardır. Eğer inanmış kimselerseniz, bunda şüphesiz sizin için bir ibret vardır.”

       Otoritelerin çoğuna göre, Tabut; içinde Tevrat levhaları ile beraber Hz. Musa ve Harun’dan kalan bazı tarihi eşyaların ve hatıraların saklı bulunduğu bir sandıktır. İsrailoğulları, gönderilen peygamberlere/elçilere karşı saygısızca davrandıkları için Allah bir ceza olarak bu sandığı düşmanları olan Câlut’un eline geçirmiştir. Daha sonra Tâlût hükümdar olunca Allah, bir lütuf olarak Tabut’u asıl sahiplerine yeniden iade etmiştir.

       249. Tâlût (cihat etmek için Kudüs’ten) askerleri ile ayrılınca (ordusuna) şöyle dedi: “Gerçekten Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecek; kim ondan (bolca) içerse benden değildir. Eliyle sadece bir avuç alanlar dışında kim ondan içmezse o bendendir (bana bağlı olanlardandır). İçlerinden pek azı dışında, hepsi ırmaktan bolca içtiler. Tâlût ve onunla beraber iman edenler ırmağı geçince, (geride kalanlar) “Bugün bizim Calût’a (zalim düşman hükümdarına) ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yoktur.” dediler. Ahirette Allah’ın rahmetine kavuşacaklarını kesin olarak bilen (o nehrin karşı tarafındaki Talût’a) bağlılar ise: “Nice sayıca az bir topluluk, Allah’ın izniyle sayıca daha çok olan bir topluluğa galip gelmiştir. (Unutmayın ki) Allah sabredenlerle beraberdir.” dediler.

       Bu ayette Allah, Tâlût’u hükümdar seçmesinin hikmetini açık bir biçimde ortaya koyuyor. Tâlût’un komutasındaki askerler, tarihinde birçok kez bozguna uğramış ve genelde mağlup olmuş bir ordudan oluşuyor. Bu ordu, çoğu kez galibiyet yaşamış, zulmüyle maruf Câlût ve onun askerleriyle karşı karşıya gelecek. Talut öyle bir güç ortaya koymalıydı ki onun sayesinde muhatap olacağı bu ordu karşısında dursun ve galip gelebilsin. İşte bu güç, yokluklara ve zorluklara direnen, yorgunluklara ve sıkıntılara göğüs geren, nefsin istek ve arzularını zapt-u rapt altına alan, zorluklara rağmen ahdini ve sadakatini bozmayan, imanının zorunlu kıldığı bütün sorumluluklara katlanan güçlü bir irade ve sarsılmaz bir imandı. O halde Talut, askerlerinin imanını ve iradesini denemeliydi. Bunun için, askerlerinin susuzluktan kıvrandığı bir sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü. Böylece itaati ve sadakati elden bırakmayanlarla nefsin istek ve arzularına direnemeyenleri ayırt edebilecekti. Yani bir avuç suya (maddiyata, dünyalık menfaate) davasını satanlarla bir yudum suyla ahdini ve sadakatini bozmayanları ayıracaktı. Bu tecrübe sadece kalplerde gizli olan niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa girmeden önce ordunun pratik bir sınavdan geçirilmesinin gereğini de ispatlayacaktı. Nitekim öyle de oldu. Askerlerin çoğu nefislerinin arzularına yenik düşerek ırmaktan bolca su içtiler ve böylece imtihanı kaybettiler. Ancak sonraki ayetlerde de görüleceği gibi; “Nice sayıca az bir topluluk, Allah’ın izniyle sayıca daha çok olan bir topluluğa galip gelmiştir.” İnanç ve ruhuyla cephede savaşan Talût ve askerleri, sayıca ve kuvvetçe az olmasına rağmen güçlü iradeleriyle ve sarsılmayan imanlarıyla Câlut’un güçlü ve sayıca çok olan ordusunu hezimete uğrattılar.

       250. (Onlardan iman edenleri) savaş için, Câlut ve ordusuna karşı meydana çıktıkları zaman şöyle dua ettiler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır (ve sebat) yağdır, ayaklarımızı sabit (ve bizi metanetli) kıl, (Hakkı ve adil düzeni inkâr eden ve zulmü hayat tarzına dönüştüren) inkârcılar topluluğuna karşı bize yardım et!”
       251. Derken, Allah’ın izniyle onları yenilgiye uğrattılar. Davud da Câlût’u öldürdü. Allah da ona hükümranlık ve adil hüküm liyakati verdi ve istediği şeyin bilgisini ona öğretti. Eğer Allah’ın insanları birbiriyle defetmesi (savuşturması) olmasaydı yeryüzü mutlaka fesada uğramış olurdu. Fakat Allah, âlemlere karşı lütuf sahibidir.

       Bu savaşta Hz. Davud henüz peygamber olmamış ve genç bir subay olarak orduya katılmıştı. Hz. Davut, o güne kadar hiç görülmemiş ve kullanılmamış olan sapanla attığı taşla kâfir komutanı Calut’u öldürünce, başsız kalan düşman birlikleri de dağılarak yenilgiye uğradılar.

       252. İşte bunlar (basit hikâyeler değil) Allah’ın (ibret dolu) ayetleridir. (Ey Resûl!) Biz hakikati ortaya koyan bu ayetleri sana (vahiyle) iletiyoruz. Muhakkak ki sen (bu hakikatleri öğretmekle yükümlü Allah tarafından gönderilmiş) elçilerdensin.
       253. İşte resuller! Biz, onlara birbirinden farklı üstün özellikler verdik. İçlerinden, Allah’ın konuştukları vardır. Bir kısmının da derecelerini yükseltmiştir. (Örneğin) Meryemoğlu İsa’ya açık belgeler verdik ve onu Rûh-ul Kudüs (kutsal ilham/Cebrail) ile destekledik. Eğer Allah dileseydi bunların arkasından gelenler kendilerine açık belgeler indikten sonra artık birbirlerini öldürmezlerdi. Ama (her şeye rağmen ihtiras ve iktidar yüzünden) ihtilafa düştüler. Kimi iman etti, kimi inkârcı oldu. Eğer Allah dileseydi (onları iradeleriyle baş başa bırakmasaydı), onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Ancak Allah ne isterse onu yapar (Onları kendi iradeleriyle baş başa bırakır). Bkz. 2/136, 285, 3/84 17/55 ve dipnotu.

       Âyette geçen, “Biz, onlara birbirinden farklı üstünlükler verdik.” ifadesindeki “üstün kılma” olgusu; peygamberlik misyonunun niteliği, Peygamber’e takdir edilen tebliğle ve bu tebliğe alan oluşturan çevrenin genişliği ve zorluğu, düşmanın ya da düşmanların büyüklüğü ve etkisi, zamanın şartları ve toplumların kültürü ile alakalıdır. Yoksa peygamberlere lütfedilen mucizelerle ya da Kur’an’da geçen kıssa veya isim sayısıyla alakalı değildir. Öyle olsaydı en büyük peygamber Hz. Musa, en küçük peygamber de Hz. İdris ya da Elyasa olacaktı. Mesela Hz. Musa, Hz. Şuayb’ın kızını almak için yanında 8 sene çalışmış hem de ondan çok şey öğrenmişken, Kur’an Hz. Musa’dan 136, Hz. Şuayip’ten 11 defa bahseder. Hz. Musa’ya yardımcı peygamber olarak görevlendirilen Hz. Harun’dan 20, Hz. Davut’tan 16 defa söz eder. Kur’an’da Hz. Âdem 25, Hz. İdris 2 defa geçer. Hz. Nuh 43, Hz. İlyas 3 yerde bulunur. Hz. İbrahim 69, Hz. Zülkifl 2 yerde vardır. Hz. Yakup’tan 16, Hz. Elyesa’dan 2 kez zikredilir. Hz. Yahya ismi 5, Hz. Muhammed ismi ise 4 yerde mevcuttur.
       Bütün bunlar gösteriyor ki; peygamberlere atfedilen özellikler kıssa ya da isim sayısıyla orantılı değildir. Bu örnekler mesajın niteliği ve ehemmiyeti bakımından önemlidir. Yoksa ismi çok geçti diye en büyük peygamber, az geçti diye en küçük peygamber yakıştırması yapılamaz. Doğru olan; Kur’an’da ismi geçen peygamberlere inanmak, onların dışında da peygamberlerin olduğunu kabul etmek ve Hz. Muhammed’in önderliğinde Kur’an’ın gösterdiği yoldan gitmektir. “Biz hiçbir peygamberi diğerinden ayırt etmeyiz.” (Bakara, 2/136, 285 ve Âl-i İmran, 3/84) öğretisi; Allah’ın peygamberlerini birbirinden ayırt etmeyi ve üstün tutmayı yasaklamıştır. Ayrıca ister peygamber olsun isterse ümmet, kimin kimden üstün olduğu Allah’ın takdirindedir ve bu insanları ilgilendirecek bir durum değildir.

       254. Ey inananlar! İçinde hiçbir alışverişin, dostluğun ve şefaatin/iltimasın bulunmadığı bir gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin. Gerçekleri inkâr edenler zalimlerin ta kendileridir. Şefaat konusunda Sebe sûresinin 23. âyetinin dipnotuna bakabilirsiniz.
       255. Allah, ondan başka ilah olmayan, kendisini gaflet ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını koruyup yönetendir. Göklerde ve yerde olan her şey onundur. Onun izni olmadıkça onun katında kim şefaat (başkaları için aracılık) edebilir? Kullarının önlerindeki ve arkalarındaki (geçmiş ve gelecekleri, yaptıkları ve yapacakları) ne varsa hepsini o bilir. Onlar ise onun dilediği kadarından başka onun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. Onun hükümranlığı gökleri ve yeri (tamamıyla) kaplamıştır. O (gökleri ve yeri ve oralarda buluna)nları koruyup gözetmek ona ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür. Bkz. 2/123, 6/51, 70, 10/3, 20/109, 34/23 ve dipnotu 53/26
       256. Dinde (iman etmede/İslam’a girmede ve İslam’ı yaşamada) zorlama/dayatma yoktur. Artık doğru ile yanlış (hak ile batıl, iman ile küfür) birbirinden ayrılmıştır. Böylece, şeytani düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah’a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam bir kulpa/tutamağa yapışmıştır. Allah (her şeyi) hakkıyla işitendir, (her şeyi) hakkıyla bilendir.

       Dini kabul etmede zorlamanın olmadığını bildiren bu ayete rağmen savaş zoruyla insanlara dinin dayatılması düşünülemez. Dinden dönenler hakkında ölüm fermanı verilmesi kabul edilemez. Hak ile batıl birbirinden ayrılmışsa ki öyle olmuştur; özgür iradeleri ellerinde bulunan insanların ne yapacağına başkalarının karar vermesi doğru olmaz. Baskının ve zorlamanın olduğu yerde de özgür iradeden söz edilemez.
       İslam’da aynı zamanda ibadet özgürlüğü vardır. Dileyen camiye, arzu eden kiliseye, isteyen havraya, uygun gören sinagoga ya da herhangi başka bir mabede gidebilir. Ya da bunların hiçbirine gitmeyebilir. Hac Sûresi’nin 22/40. âyetinde; Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlardan, kiliselerden, havralardan ve mescitlerden ve bunların korunmasından bahsediliyor. Kim îman etmiş ya da küfrü tercih etmişse kim yanlış yolu seçmiş ve bu yolda bulunmuşsa bunun hesabını verecek olan da kendisidir. Hiç kimsenin bir başkasına iman etme ve dine girme konusunda hesap sorma, baskı yapma, ceza verme gibi bir hakkı ve de yetkisi yoktur.

       257. Allah, inananların yardımcısı ve koruyucusudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkârcıların dostları da (Allah’tan uzaklaştıran ve onun emirlerini icra etmekten alıkoyan) şeytani güçlerdir. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür(ler). İşte onlar cehennem halkıdırlar ve orada kalıcıdırlar. Bkz. 14/1, 57/9

       Allah’ın yardımını ve korumasını; arka çıkmak, taraflı pozisyon almak ya da özel destekle kayırmak olarak değerlendirmek doğru olmaz. Burada “inananlardan” kastedilen; Hakka ve hakça düzene iman eden ve bu imanın gereklerini yerine getirerek erdemli davranışlar sergileyenler” dir. Allah’ın iman edenden, doğru yaşayandan ve haklıdan yana pozisyon alması; hakkın, doğrunun, iyiliğin, adaletin egemen olması içindir. Erdemli insanlar ne kadar destek görürse güzel ve faydalı toplumların oluşması o derece kolay olur. Bu konuda Allah’ın bizzat kendisi devreye girmez, koyduğu evrensel yasalar (Sünnetullah) işler, takdir ettiği program bütün detayıyla uygulanır. Zira Allah’ın koyduğu yasalar yaşanılır bir dünya, sağlıklı bir nesil ve düzenli bir toplum içindir.

       258. Allah kendisine hükümdarlık verdi diye (şımarıp azarak) Rabbi hakkında İbrahim ile münakaşa eden (Nemrût’u) görmedin mi (ondan haberin olmadı mı)? Hani İbrahim: “Benim Rabbim hem diriltir hem de öldürür.” demişti. O (Nemrut) da: “Ben (de) yaşatır ve öldürürüm (istediğimi katleder, istediğimi öldürmekten vazgeçerim).” demişti. (Bunun üzerine) İbrahim: “Allah güneşi doğudan getirmektedir; haydi sen de onu batıdan getir.” deyince kâfir (Nemrut) apışıp kalmıştı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola ulaştırmaz.

       Hükümdar (Nemrut): “Ben de hayat verir ve öldürürüm.” diyor ve bunu ispatlamak için öldürülmesi gereken idama mahkûm bir kimseyi belli bir müddet azap ettikten sonra bağışlıyor, bir suçsuzu da öldürtüyordu. Böylece, kendisinin güya yaşatmaya ve öldürmeye muktedir olduğunu göstermeye çalışıyordu.
       Ayette zikredilen hükümdarın “Nemrutlardan herhangi birisi olduğu söylenmektedir. Nasıl ki, Eski Mısır hükümdarlarına “Firavun” deniyorduysa, Keldani kavmi hükümdarlarına da “Nemrut” denirdi.

       259. Yahut altı üstüne gelmiş bir kasabaya uğrayan kimseyi (Hz. Üzeyr’i duymadın mı? Kendi kendine): “Allah burayı ölümünden sonra (acaba) nasıl diriltecek?” demişti. Bunun üzerine Allah onu yüz yıl ölü moduna sokmuş, sonra da hayata döndürmüştü. (Melek vasıtasıyla kendisine): “Bu halde ne kadar kaldın?” diye sormuştu. O da: “Bu halde bir gün veya bir günden biraz daha az kaldım.” diye cevap vermişti. (Allah): “Hayır, (bu halde) yüzyıl kaldın! İşte yiyeceğine ve içeceğine bak henüz bozulmamış. Bir de merkebine bak (kemikleri nasıl birbirinden ayrılmış). Senin bu durumunu da insanlara delil yaptık. Hele o kemiklere dikkat et, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz, sonra da onlara nasıl et giydiriyoruz!” demişti. Bütün bunları apaçık gördükten sonra: “Allah’ın her şeye kadir olduğunu artık çok iyi biliyorum.” demişti.
       Kudüs, M.Ö. 586 yılında Buhtunnasır tarafından tahrip edilmişti. Rivayet olunur ki; Hz. Üzeyir yıllar sonra esaretten kurtulup geldiği Kudüs’te merkebi ile gezinirken evleri yıkılmış, harabe haline gelmiş bu şehirdeki ölen insanların bir daha nasıl dirileceğini düşünmüş. Böyle düşünürken Allah onu hayattan koparır. Yüz sene geçtikten sonra tekrar hayata döndürür. Yiyecekleri hiç bozulmamış ama merkebi tamamen çürümüş, sadece kemikleri kalmıştır. Tekrar hayata döndürüldüğünde, yemeklerine bakarak bir gün ya da daha az uyuduğunu zanneder. Ama eşeğini görünce durumun hiç de öyle olmadığını anlar. Allah Hz. Üzeyir’in gözü önünde eşeğini yeniden hayata döndürür. Böylece bir sonraki ayette, Hz. İbrahim kıssasında olduğu gibi hem ona hem de bütün insanlara, yeniden dirilişin nasıl gerçekleşeceğini göstermiş olur. Bu kıssada anlatılanların Hz. Üzeyir tarafından yaşandığı söylense de bizim üzerinde durmamız gereken hadiseyi kimin yaşadığı değil, hadisedeki mesajın ve içeriğin hepimizi ilgilendirdiğidir.

       260. Hani İbrahim: “Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster!” demişti. (Allah da:) “Ne o, yoksa inanmıyor musun?” diye sormuştu. O da: “Hayır (elbette inanıyorum), ama (görmeme izin ver) ki kalbim tamamen mutmain olsun.” dedi. Bunun üzerine Allah buyurdu ki: “Öyleyse dört tane kuş yakala, onları yanına al (kendine alıştır), sonra (kesip parçala), her dağın başına onlardan bir parça koy. Sonra da onları kendine çağır; (göreceksin ki) koşarak (uçarak) sana gelecekler. Muhakkak ki Allah mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

       Bazı müfessirler, yukarıdaki kıssayı yorumlarken, “Fesurhunne ileyke” ifadesini; “Onları kendine alıştır, onlara sana itaat etmelerini, alışmalarını öğret,” şeklinde yorumlamıştır. Yani insan, isterse kuşları eğiterek onları değerlendirebilir ve kendine alıştırarak itaat etmelerini sağlayabilir. Oysa bu ayette anlatılanlar, Allah’ın ölüyü yeniden diriltme kudretini tasvir etmeyi amaçlamaktadır. Çünkü Hz. İbrahim, kuşların eğitilip eğitilemeyeceğini ya da nasıl evcilleştirileceğini sormuyor, insanın öldükten sonra nasıl diriltileceğini merak ediyor. Bu merakın giderilmesi için insanların yeniden nasıl yaratılacağı bu ve bundan önceki ayetlerde de geçtiği gibi farklı örneklerle ve değişik kıssalarla anlatılıyor.

       261. Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lütfu geniştir, O her şeyi bilendir.
       262. Mallarını, cihad ve hayır işlerinde Allah için harcayanlar ve sonra harcadıklarının arkasından başa kakmayı uygun görmeyenler (var ya!) İşte onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlar artık gelecekten endişe duymayacaklar ve geçmişten dolayı da üzülmeyeceklerdir.
       263. Güzel bir söz ve (bir kusuru) bağışlama, peşinden onur kırıcı davranışlar getiren bir yardımdan daha hayırlıdır. Allah, zengindir (kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur), halimdir (günahlarından dolayı insanların rızkını kesmez ve cezada acele etmez).

       Âyetten anlaşılıyor ki hoş görmek ve güzel söz söylemek, arkasından onur kırıcı ve aşağılayıcı davranışın geldiği sadakadan çok daha iyidir. Nitekim İbrahim 14/24-25. Âyetlerde de güzel söz; kökü yerde, dalları gökte olan ve yemiş veren bir ağaca benzetilmiştir. İsrâ 17/53. Âyetinde de “Kullarıma söyle, sözün en güzel olanını söylesinler.” buyrulmuştur. Sözün en güzel olanından maksat, doğru yerde, doğru zamanda en doğru ve en güzel olanı söylemektir.

       264. Ey inananlar! Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Bu durum, üzerinde toprak bulunan bir kayanın haline benzer, bir sağanak vurunca onu sert ve çıplak bırakıverir. Böyleleri kazandıklarından bir şey elde edemezler. Allah, (verdiği nimetlere nankörlük ederek yoksullarla paylaşmaktan kaçınan) inkârcı toplumu (inatları ve kötü eylemleri yüzünden) doğru yola iletmez. Bkz. 4/38, 8/47, 107/6

       265. Allah’ın rızasını kazanmak ve içlerindeki imanı kuvvetlendirmek için mallarını infak edenlerin hali ise bir tepedeki güzel bir bahçenin hali gibidir ki kuvvetli bir yağmur düşmüş de ona yemişlerini iki kat vermiştir. Ona bol bir yağmur düşmezse yine kendisinde bir çisenti ve nem bulunmakla ürününü verir. Allah, her ne yaparsanız hepsini hakkıyla görendir.
       266. Herhangi biriniz ister mi ki, içerisinde her türlü meyveye sahip bulunduğu, içinden ırmaklar akan, hurma ve üzüm ağaçlarından oluşan bir bahçesi olsun; himayeye muhtaç çocukları var iken ihtiyarlık gelip kendisine çatsın; derken bağı ateşli (yıldırımlı) bir kasırga vursun da orası yansın? Allah, düşünesiniz (ve yarın ahirette pişman olmayasınız) diye size âyetlerini böyle açıklıyor.

       Mal, mülk, makam, mansıp geçicidir. Dünya nasıl fani ise onlar da fanidir. Dünyalıklarla övünmenin, şımarmanın, fiyaka atmanın, caka satmanın kimseye bir faydası yoktur. Eylemler, emeller, hedefler, gayeler ebediyete yönelik olmalıdır. Saltanatlar, saraylar, hanlar, hamamlar kimseye bir şey kazandırmıyor. Çok çalışarak maddeye egemen olmalı ama maddenin esiri de olunmamalıdır. Varlıklar; ebedi saadet için araç olmalıyken, dünya zevki için de amaç olmamalıdır.

       267. Ey inananlar! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan infak edin. Size verilse, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın! Biliniz ki Allah zengindir (hiçbir şeye muhtaç değildir), her zaman övgüye layık olandır.
       268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği ve hayâsızlığı önerir. Allah ise kendisinden bağışlama ve bol nimet vaat eder. Allah’ın lütfu sınırsızdır, her şeyi bilendir.

       Allah’ın verdiği varlıklardan onun rızası için infak etmek konusunda şeytan her zaman engel çıkarır. İnsanın önüne uzun vadeli dünyalık planlar koyarak, infak etmesine mâni olur. Çoluk-çocuğun gelecek endişesini, para ile elde edilen itibarın kaybolup yok olmasını öne sürerek paylaşmayı engeller. Böylece varlığı elinde tutan insana cimriliği empoze eder ve onu helal olmayan kötü yollara iter. Bu konuda Âl-i İmran 3/180 ve Teğabun 64/16-17 âyetlerine bakarak daha sağlıklı bir değerlendirme yapabiliriz.
       Gelecekten kaygı duyarak başkalarına infak edilmek üzere bize emanet edilen nimetleri çocuklarımıza bırakmak için derin planlar yapmamız doğru değildir. Ayrıca bilmeliyiz ki bütün canlıların rızkını veren Allah, bize verdiği gibi çocuklarımıza da verecektir. Bizim irademizi güçlendirdiği gibi çocuklarımızın iradesini de güçlendirecektir. Bizim, çocuklarımıza mal mülk bırakmak gibi bir vazifemiz yoktur. Buna ne gücümüz yeter ne de varlığımız. Her şeyin mutlak sahibi Allah’tır ve rızık vermek de bütünüyle onun yetkisindedir. Bizim vazifemiz; bize birer emanet olan çocuklarımıza iyi bir terbiye vermek, müspet manada eğitilmelerine katkıda bulunmak, ahlaki meziyetler kazandırmak ve bize emanet edilen değerleri bozmadan ve yozlaştırmadan onlara bırakmaktır.

       269. O (Allah), hikmeti (bilgeliği, isabetli hüküm verme ve pratik hayatta uygulama yeteneğini) dilediğine verir. Ve her kime de hikmet verilmişse ona çok büyük iyilik yapılmıştır. Bu ayet ve öğütleri ancak olgun akıl sahipleri düşünür.
       270. Allah (başkaları için) yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı bilir. (Fakir ve muhtaçları görmezlikten gelen, paylaşmayı bilmeyen, verse de verdiğini başa kakan, adaklarını yerine getirmeyen) zalimlerin yardımcıları yoktur.
       271. Yardımları açıktan yapmanız güzeldir. Ama bu hayırlarınızı saklı tutar ve muhtaçlara ulaştırırsanız bu sizin için daha güzeldir/hayırlıdır ve (Allah bu sebeple) sizin günahlarınızdan bir kısmını affeder. Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.

       Teşvik edici olması bakımından kişinin yaptığı yardımı söylemesi güzeldir ancak kime ve ne için verdiğini söylememesi daha güzeldir. Ruhların arındırılması ve kalplerin yakınlaştırılması için Allah’ın emanet ettiği nimetleri paylaşmak ilahi bir emirdir. Ancak yapılan yardımın Allah’ın mülkünden verildiğini ve veren kişinin sadece bir aracı olduğunu göstermek de en erdemli davranıştır.

       272. Onları doğru yola iletmek sana ait değildir (senin görevin sadece tebliğdir). Lâkin ancak Allah dileyeni (gerçeğe ulaşmak isteyeni) doğru yola iletir. Hayır, olarak harcadıklarınız kendi iyiliğiniz içindir. Yapacağınız hayırları ancak Allah’ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. Çünkü yapacağınız her iyilik size eksiksizce geri dönecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.
       Bu ayetlerde inananlara ciddi mesajlar vardır. Hem Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik hem de insanlığın gereği olarak yapılan hayırlar sayesinde günahların bir kısmının affedileceği, ilk etapta zahiren sermayeden eksilmiş gibi görünse de yapılan yardım Allah’ın rahmetinin bereketine mazhar olacağından gerek dünyada ve gerekse de ahirette geri döneceği ve bu konuda kimsenin yaptığının karşılıksız kalmayacağı ifade edilmektedir.

       273. Kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden yeryüzünde (dünyalık için) koşmaya fırsat bulamayan ve iffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için) tanımayanlar tarafından varlıklı sanılan fakirlere yardım edin. Sen onları yüz ifadelerinden tanırsın. Yüzsüzlük edip hiç kimseden bir şey istemezler. Hayır namına her ne iyilik yaparsanız, muhakkak ki Allah, onu hakkıyla bilendir.

       Bu ayet, Medine döneminde Allah yolunda cihad etmeye kendilerini adayan, bunun yanında ticaret edip kazanç elde etmeye imkân bulamayan ama buna rağmen de hayâlarından dolayı durumlarını belli etmeyerek insanlardan hiçbir şey isteyemeyen, bu yüzden de durumlarını bilmeyenlerin varlıklı sandığı Ehl-i Suffa gibi, mallarını ve ailelerini Mekke’de bırakıp Medine’ye yerleşen muhacirlerden bir topluluğun durumunu ortaya koymaktadır.

       274. Mallarını gece gündüz, gizli açık (demeden hangi durumda olursa olsun ihtiyaç gördüğü an derhal) infak edenler var ya işte onların mükâfatı Allah katındadır. Onlar için bir korku söz konusu değildir ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
       275. (Farklı isim ve sistemler altında) faiz yiyerek (ve tefecilik yaparak insanları sömüren zalimler) kıyamet günü ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkar. Bu, onların: “Alışveriş de zaten faiz gibidir.” demelerinden (ve faizi helal görmelerinden)dir. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Bu nedenle, kim Rabbinin öğüdünü dinler ve hemen (faizden) vazgeçerse evvelki kazançlarını koruyabilir ve onun hakkında karar vermek artık Allah’a kalır. Kim de tekrar (faize) geri dönerse işte onlar ateş ehlidirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır. Bkz. 2/278

       Ayette geçen “Ribâ” kelimesi lügatte; “çoğalma, artma ve büyüme” manalarına gelmektedir. Dini ıstılahta ise alışverişlerde bir karşılık olmaksızın akitler arasına fazlalık bir miktarı şart koymaktır. Kur’an’ın indiği dönemde bu kelime; “Borçludan, borç süresi (vâde) mukabili alınan fazlalık” için kullanılıyordu. Mesela 50 gr. altını 55 gr. altın olarak geri alırken, fazlalık olan 5 gr. “Ribâ” olarak değerlendiriliyordu. Bu anlamıyla “Ribâ”; Türkçede kullandığımız faiz kelimesinin tam karşılığı olmaktadır.
       Ekonomi biliminde ve günümüz uygulamasında faiz; belli bir süre işletilmek üzere ödünç verilen paranın kullanımına karşılık, nominal ya da reel değer üzerinden alınan farktır. İslam dini, paranın yastık altında kalmasını istemez, onunla mutlaka yeni işler kurulmasını, istihdam sağlanmasını, üretim yapılmasını ister. İş kurmak ve bu yolla istihdam sağlamak ve üretim yapmak zordur ve risklidir diye de işin kolayına kaçarak paranın faize yatırılmasını yasaklar. Ancak enflasyonun yaşandığı bir ortamda borç para alıp da alınan paranın değerini erittikten sonra geri vermek de haksızlık olur. Zira İslam’ın faizi yasaklamasının sebebi insanları “haksızlığa uğratmamaktır”.

       276. Allah, faizli kazançları bereketten mahrum eder, sadakası verilen malları da artırır (bereketlendirir). Allah günahta (haramda) ve inkârda direnen hiç kimseyi sevmez. Bkz. 3/130
       277. İman edip (halis niyet ve amaçlarla) doğru ve yararlı işler yapanların, namazlarını (huşu ve edeple) ikame edenlerin ve (sosyal bünyelerini ve servetlerini arındıran) zekâtı verenlerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar artık gelecekten endişe duymayacaklar ve geçmişten dolayı da üzülmeyeceklerdir.
       278. Ey inananlar! Gerçekten inanıyorsanız, Allah’a karşı gelmekten sakının ve faizden doğan kazançların tümünden vazgeçin. Bkz. 2/275 ve dipnotu.

       Ayette, inananlara hitaben: “Eğer inanıyorsanız faizden doğan kazançların tümünden vazgeçin.” buyrularak inanmanın önemine binaen faizden uzak durmak aynı cümlede değerlendiriliyor. Burada “inanıyorsanız” ifadesi; faize bulaşanlara çok ciddi bir uyarıdır. Yani inanıyorsanız faize bulaşmayacaksınız, bulaşıyorsanız imanınızı gözden geçireceksiniz demektir. Çünkü faiz ölümcül ekonomik ve sosyal bir felakettir. Nitekim bir sonraki ayetteki benzetme de faizin ne kadar kötü bir fiil olduğunu ortaya koymaktadır.
       
       279. Yok, eğer faizi terk etmezseniz bilin ki Allah’a ve Resulüne karşı savaş açmış olursunuz. Eğer faiz (için birikmiş olan parayı) almaktan (vazgeçerek) tövbe ederseniz anaparanız sizindir ve böylece ne zalim olursunuz ne de zulme uğramış bulunursunuz.

       “Faiz için birikmiş olan farkı almaktan vazgeçmek.” daha çok kişiler arasındaki faizi anlatmaktadır. Eğer bankada biriken faiz farkı bankaya bırakılırsa o takdirde faiz müessesesi daha da güçlenerek insanları sömürmeye devam edecektir.

       280. Eğer borçlu güç durumda ise kolaylığa çıkıncaya kadar ona mühlet verin (vade tanıyın)! Bununla beraber eğer bilirseniz, (alacağınızın tamamını ona) bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.
       281. Allah’a döneceğiniz ve sonra hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazancının eksiksiz olarak verileceği günden sakının!
       282. Ey inananlar! Birbirinize belirli bir süreye kadar borçlandığınızda, onu yazın. Aranızdan doğru olduğu bilinen bir kâtip de kendisine Allah’ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın. Rabbi olan Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davransın ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu; aklı ermeyen, zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise velisi adaletle yazdırsın. Bu işleminize erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek şahit bulunmaz ise karşılıklı olarak onayladığınız bir erkek ile iki kadını şahit tutun. Ta ki (kadınlardan) biri yanılınca öbürü ona hatırlatsın. Ve şahitler çağrıldıklarında gitmemezlik etmesinler. Küçük olsun büyük olsun, her anlaşma maddesini vade tarihi ile birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah nazarında daha adil, kanıtlanma açısından daha güvenilir ve sizi şüpheye düşmekten alıkoymakta daha uygun olandır. Ama eğer (aranızdaki ticaret) birbirinize doğrudan doğruya devredeceğiniz hazır mallar ile ilgiliyse onu yazmamanızda bir mahzur yoktur. Ve birbirinizle alışveriş yapacağınız zaman (para ya da kıymetli eşya karşılığında ev, araba, arsa ve dükkân gibi menkul veya gayrimenkul devrettiğinizde) bir şahit bulundurun. Ama yazıcı da şahit de bir zarara uğramasın (masrafları ne ise verilsin). Eğer onlara (zarar verici bir iş) yaparsanız unutmayın ki bu, sizin için günahkârca bir davranış olacaktır. Allah’ın istediği gibi hareket edin. Allah (böylece senetleşme ve borçları garanti altına alma gibi her şeyi) size öğretiyor. Allah, (her şeyi) hakkıyla bilendir (ve ona göre hüküm koyandır). Bkz. 5/106-107

       Bu ayet, Kur’an’ı Kerim’in en uzun ayetidir. Ayette, her türlü anlaşma ve borçlanma işlerinin noterlik gibi resmi ve geçerli kurumlar tarafından ve de şahitler huzurunda belli prensiplere göre yazılarak kayıt altına alınması emrediliyor. Anlaşmalar yapılırken, şahitlerin güvenilir iki erkekten oluşması, bunun mümkün olmadığı yerlerde de şahitliklerine rıza gösterilecek olan bir erkek ve iki kadın olması gerektiği vurgulanmaktadır.
       Burada, bir erkeğin yerini iki kadının doldurması; kadın için insanlık ve kişilik yönünden asla bir dışlanmışlık ve aşağılanmışlık ya da ahlaki veya aklî melekeleriyle ilgili bir eksiklik olarak değerlendirilmemelidir. Aksine bu ayet; Cahiliye Dönemi’nde topumda hiçbir yeri olmayan kadını şahit olarak kabul etmekle, onu cemiyetin değerli bir üyesi yapmıştır. Bir erkeğin yerine iki kadının olması, kadının doğrudan yaratılışıyla alakalıdır, onun sosyal ve psikolojik yapısının bir gereğidir. Kadın mizacı itibariyle heyecanlıdır, duygusaldır, merhametlidir, narindir, naziktir. Yaratılışına uygun duygularının inceliği yüzünden düşünceleri, aklından çok kalbine işler. Böyle olunca da olaylar karşısında mukavemetini kolayca kaybedebilir ve tarafsızlığını yitirebilir. Şefkatinin ağır basması ve tesir altına kalma zafiyeti yüzünden de hadiselere sezgisiyle yaklaşabilir. Böyle olunca da sağlıklı karar vermede eksik kalabilir.
       Yirminci yüzyıla kadar kadın, gün boyu ev işleriyle çocukların bakımı ve terbiyesiyle meşguldü. Ticaretle, siyasetle, iş hayatıyla kadın ilgilenmezdi. Onun kendine has özel bir dünyası vardı. Dünyada olup bitenlerden habersiz hayatına devam ederdi. Daha düne kadar seçme ve seçilme hakkı bile yoktu. Çevresinde olup bitenin bu kadar uzağında olan bir kadın şahitlik konusunda alınan kararları aklında nasıl tutacak ve isabetli kararı nasıl verecekti? Erkeği de kadını da kendi fıtratlarına has özellikleriyle yaratan Allah, şahitlik mevzuunda kadına erkek kadar bir sorumluluk yüklemeyerek onu korumuştur. Çünkü şahitlik büyük mesuliyet gerektiren bir iştir.
       Bu ayette ayrıca, İslam’ın hassasiyetle üzerine durduğu prensiplerden olan hakkın korunması ve emanetin teslim edilmesine de vurgu yapılıyor. İnsanlar, şahitlik ve örgütlenme gibi konularda sorumluluk almaya, kardeşlik ve dayanışma ruhunun canlı tutulması mevzusunda fedakârlık göstermeye davet ediliyor.

       283. Eğer seyahatte iseniz ve bir yazıcı bulamazsanız alınmış taahhütler yeterlidir. Ancak birbirinize güveniyorsanız kendisine güven duyulan, bu güvene uygun davransın ve Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde olsun. Ve şahitlikte bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki onun kalbi vebal altındadır (günah içindedir). Allah yapmakta olduklarınızı hakkıyla bilendir.

       Ehemmiyetine binaen borçlar ve alacaklar konusu masaya yatırılıyor. Bu konuda Allah, önce yazdırıyor ve yazılanın iki suret olmasını istiyor, sonra şahitler getirtiyor, ayrıca şahitlerin güvenilir olmasına dikkat çekiyor. Yazıcı ve şahitlerin bulunamadığı durumlarda ise taahhüt alınmasını emrediyor. Anlaşılacağı üzere; burada adeta noterlik müessesesini işletiyor.

       284. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. İçinizdeki (kötü niyet, duygu ve düşünceleri)nizi açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir. Sonra o, istediğini (hak ettiği şekilde) affedecek, istediğini (de yaptıkları yüzünden) cezalandıracaktır. Zira Allah, her şeye gücü yetendir.

       Allah; elinizde olmadan ve kendiliğinden ya da dış dürtülerle aklınıza geliveren hoş olmayan düşüncelerinizden dolayı sizi bağışlar ama cezayı gerektirecek derecede bilerek ve isteyerek kötülüğe yol açacak haince düşüncelerinizden dolayı da sizleri cezalandırır.
       Burada Allah’ın istediğini affetmesi ve istediğini cezalandırması; (hâşâ) haksızlık olarak değerlendirilmemeli. Eğer Allah bir kulunu affediyorsa onun kaşına gözüne bakarak affetmiyor. Bizim bilemediğimiz ve dünyadaki faydalı eylemleri, Allah’a karşı duruşu, Hakk ’tan yana yer alışı, insanî ve ahlakî durumu, doğa ile ilişkisi, canlılara saygısı… Onun affına vesile olabilir. Birini de cezalandırıyorsa onun da mutlaka cezayı hak eden bir sebebi vardır. Yoksa birini cehennemlik yaratmıştır onun için affetmeyecek, diğerini cennet için yaratmıştır onu bağışlayacak diye bir şey düşünülemez. Bu, Allah’ın şanına yakışmaz ve adaletine sığmaz. Nitekim Bakara 2/281. ayette ifade buyrulduğu gibi “Herkese kazandığının karşılığı verilir ve kimseye zerre kadar haksızlık yapılmaz.”

       285. Resul, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti. (Ona tabi olan) mü’minler de (iman ettiler). Onların hepsi de Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine iman etti. “O’nun resullerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. (Davetini) işittik (emrine ve istediklerine) itaat ettik. Ey Rabbimiz, (amellerimizde eksiklik ve davranışlarımızda yanlışlık olduğu için) günahlarımızı bağışlamanı dileriz, dönüş (ancak) sanadır.” dediler.

       Resuller arasında ancak sorumluluk ve görevlendirildiği toplumun zorluğuna ve büyüklüğüne göre üstünlük farkı vardır. Bkz. 2/136, 253 ve dipnotu, 3/84, 17/55 ve dipnotu.
     
       286. Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden daha fazlasını yüklemez. Herkesin kazandığı (iyilik ve güzellik) kendi yararınadır; yüklendiği (kötülük ve vebal da) kendi zararınadır. “Ey Rabbimiz! Unutarak ya da yanılarak hata edersek bizi (ondan) sorguya çekme! Ey Rabbimiz! Bize, bizden önceki toplumlara (isyanlarından ve Hakka karşı) direnmelerinden dolayı yüklediğin (helâk ve hezimet imtihanı gibi) yük yükleme! Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz şeyleri bize taşıtma! Günahlarımızı bağışla, bizi affet, bize merhamet eyle! Sensin bizim (sığınıp korunabileceğimiz) dostumuz. O halde (yeryüzünde fesat çıkaran) inkârcı topluluğuna karşı bize yardım et!”

       “Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz şeyleri bize taşıtma!” Yani sorumluluğu bize yüklenen ne varsa ya da olgunlaşmamız için karşımıza ne çıkarılırsa aslında dayanma gücümüz onları taşımaya fazlasıyla yetecek kapasitededir. Çünkü bizi Yaratan sensin ve bizim neyi ne kadar taşıyabileceğimizi yine sen bilirsin. Ama irademizin zayıflığından ve ataletimizin çokluğundan bize ağır gibi gelebilirler. Bu konuda imtihanımızı hafiflet. Zira “Allah sizin yükünüzü hafifletmek ister, çünkü insan (sabır ve metanet bakımından) zayıf yaratılmıştır.” (Nisa 4/28) buyuran yine Sensin.
       Bütün ilahi öğretiler insanın fıtratıyla uyumlu bir hayat yaşaması için gelmiştir. Bu itibarla insan aldığı yükümlülükleri yerine getirirken asla sorumsuz ve üşengeç davranmamalıdır. Tabii ki insanın tekâmül etmesi için bazı badirelerden geçmesi gerekecek. Ancak bunlar insanın aşamayacağı ve üstesinden gelemeyeceği şeyler değildir. Dünyalıkları elde etmek için bütün zorlukları göze alan, fedakârlıkta sınır tanımayan ve on dereden su getiren insan, ilahi öğretileri hayata geçirirken de başına gelen felaketleri bertaraf ederken de aynı özveriyi, aynı metaneti göstermeli ve asla serzenişte bulunmamalıdır. Zira Allah’ın koyduğu yasalar, gönderdiği öğretiler, yaşattığı zorluklar insan içindir. Yani insan yaşadığı her şeyi kendi geleceği için yaşamaktadır.