28 – Kasas

       Kasas suresi Mekke döneminde inmiş olup 88 ayettir. 85. ayetin, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında Cuhfe denen bir yerde nazil olduğu söylenmektedir. Sure adını 25. ayette geçen ve “Kıssalar (ibretlik hikâyeler)” anlamına gelen “Kasas” kelimesinden almıştır.
       Sûrede, Kur’an’da anlatılan kıssaların anlatım amacına paralel olarak bazı önemli uyarılara ve öğütlere yer verilmektedir. Firavun’un gücü ve iktidarı karşısında Hz. Musa ve doğru yol temsilcilerinin inanmaları ve gayret göstermeleri halinde başarıya ulaşacakları anlatılmaktadır. Hz. Mûsâ ile Hz. Muhammed’in tebliğleri arasındaki ortak noktaya dikkat çekilen sûrede Hz. Mûsâ ile Firavun arasında meydana gelen çatışmanın benzerinin Hz. Peygamber ile Mekke müşrikleri arasında cereyan ettiğine temas edilmektedir. Dünya hayatının geçiciliğine vurgu yapılan sûrede kıyamet gününün bazı sahneleri tasvir edilmekte ve Allah’ın varlığıyla ilgili kevnî delillere yer verilmektedir. Sûrede ayrıca Hz. Mûsâ’nın kavminden olup büyük bir servete sahip olan Kârun’un zenginliğine güvenerek böbürlendiği ve sonunda servetiyle birlikte yerin dibine geçirildiği anlatılmaktadır. Dünya malının geçiciliğine vurgu yapılan sûrede Allah’ın vereceği mükâfatın dünya malından daha değerli olduğu bildirilmektedir. Yine sûrede iyilik yapanlara yaptıklarının daha güzeliyle karşılık verileceği, kötülük yapanların da işlediklerinin dengiyle cezalandırılacağı belirtilmektedir.

       Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
       1. Tâ, Sîn, Mîm. Bu harflerle ilgili 2/1 dipnotuna bakabilirsiniz.
       2. Bunlar, (barışın, huzurun ve kurtuluşun yollarını gösteren,) gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koyan ilahi kitabın ayetleridir.
       3. (Ey Resul!) İman edecek bir topluma aktarman için Musa ile Firavun’un arasında geçen olayların bir kısmını sana gerçek olarak anlatacağız.
       4. Doğrusu Firavun, o yerde (Mısır’da) büyüklük taslayarak zorbalığa kalkmıştı. (Saltanatını sürdürebilmek için) halkını çeşitli sınıflara bölmüştü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğullarını) zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kızlarını sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardan biriydi. Bkz. 2/49, 7/141

       Firavun’un yok etmek istediği topluluk İsrailoğullarıydı. Çünkü bir kâhin, Firavun’a Yakup’un oğullarından (İsrailoğullarından) bir erkek çocuğun peygamber olacağını ve onun eliyle saltanatının yıkılacağını söylemişti. Bunun için de Firavun kadın-erkek bütün casus ve ispiyoncularına İsrailoğullarının kadınlarını dikkatle izlemelerini, hamile kalmaları halinde doğumlarını takip etmelerini ve doğan çocuklar erkek olduğu takdirde öldürülmelerini emretmişti.

       5. Biz de istiyorduk ki o yerde zayıf düşürül(mek isten)enlere ihsanda bulunalım, onları (hayır hizmetinde) önderler yapalım, onları (diğerlerinin yerine) mirasçı kılalım. Bkz. 2/59
       6. Ve onları güvenlik içinde iktidar sahipleri olarak yeryüzünde yerleştirelim. Firavunu, (veziri) Hâmân’ı ve onların ordularını da onların (İsrailoğullarının) eliyle korktukları şeye uğratalım (saltanatlarını onların elinden alalım).
Bkz. 7/137, 26/59, 29/39, 40/24
7. Musa’nın annesine: “Çocuğu emzir. Başına bir şey gelmesinden korkuyorsan (bir sandık içinde) suya (Nil’e) bırak! Korkma ve (ayrı kalmana) üzülme! Çünkü biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden biri yapacağız!” diye (ilham yoluyla) bildirdik. Bkz. 20/38-39

       “Evheyna” kelimesi, “ona vahyettik, değil de ona “ilham ettik/bildirdik” anlamı taşır. Çünkü İslami Istılahta vahiy, sadece peygamberlere has bir keyfiyet içerir. “Vahiy” terimiyle anlatılan “İlham” ise; insanın kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arıya yapılan ilham gibi daha umumi bir karakter taşır. İlham, Allah’ın iyilik telkin eden bilgileri, mana ve fikirleri insanın kalbine ulaştırmasıdır. İnsan kalbine bazı bilgilerin ilham edilmesi mümkündür ancak ilhama dayalı bilgiler kontrolü mümkün olmayan sübjektif bir nitelik taşıdığı için bunlar dini konularda delil olarak kullanılmaz. Kur’an’da “ilham” kelimesi sadece Şems 91/8. ayetinde geçer.

       8. Nihayet (annesi Musa’yı Nil Nehri’ne bırakınca) Firavun ailesi kendilerine düşman ve dert kaynağı olacak olan o çocuğu bulup aldı. Şüphesiz Firavun, (veziri) Hâmân ve onların askerleri (kendileri için) hata yapıyorlardı.
       9. Firavun ’un (kendisinden çocuğu olmayan) karısı (sandıkta bir çocuk olduğunu görünce kocasına) şöyle dedi: “Bana da sana da göz aydınlığı (bir çocuk)! Sakın onu öldürmeyin! Belki bize faydası dokunur, ya da onu evlat ediniriz.” Hâlbuki onlar (işin sonunun) farkında değillerdi.
       10. Musa’nın annesi, gönlü bomboş (olarak) sabaha kadar oğlunu düşündü. Eğer biz, vaadimize inananlardan olması için kalbini (sabırla) iyice pekiştirmemiş olsaydık, (saraya alınan çocuğun) kendi oğlu olduğunu açığa vuracaktı.

       11. (Annesi, Musa’nın) ablasına: “Onun izini takip et!” diye talimat verdi. O da kimse farkına varmadan uzaktan (kardeşi) Musa’yı gözetledi.
       12. Biz, (Musa’nın annesi gelmeden) onun, diğer sütannelerin sütünü emmemesini sağladık. (Musa’nın ablası onların yanına gelerek:) “Size onun bakımını, sizin adınıza üstlenecek ve ona içtenlik ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim mi?” dedi.

       Mûsâ acıktığı için sürekli ağlıyor, fakat kendisini emzirmeye çalışan annesinden başkalarının sütünü kabul etmiyordu. Bu fırsatı çok iyi değerlendiren Mûsâ’nın ablası, ayette de ifade edildiği gibi annesini göstererek Allah’ın yardımıyla bebek Musa ile annesini buluşturuyordu.

       13. (Böylece) onu annesine kavuşturduk ki gözü aydın olsun, tasalanmasın ve Allah’ın vadinin gerçek olduğunu, fakat insanların çoğunun bunu anlamadığını öğrensin.
       14. Derken, (Musa) erginlik çağına ulaşıp (zihnen) iyice olgunlaşınca, kendisine güçlü bir muhakeme yeteneği ve ilim verdik. İyiliğe yatkın olanları işte böyle mükâfatlandırırız!
       15. Musa, halkının haberi olmadığı bir sırada şehre girdi ve iki adamı kavga eder buldu. Biri kendi tarafından, (İsrailoğullarından) diğeri de düşman tarafından (Mısırlı bir Kipti) idi. Kendi tarafından olan adam, düşmana karşı Musa’dan yardım istedi. Musa da ona (düşman tarafından olana) bir yumruk vurdu, derken adam öldü. Musa: “Bu (olsa olsa) şeytanın işindendir. Şüphesiz ki o apaçık saptırıcı bir düşmandır” dedi. Bkz. 20/40, 26/20-22

       Hz. Musa, Firavunun görkemli sarayında Allah’ın takdiri ve planı doğrultusunda annesinin sütüyle yetişip büyüdü. Olgunluk çağına geldiği zaman kasıtlı olmaksızın Firavunun adamlarından Mısırlı bir kiptiyi öldürdü. Mısır’dan kaçmak zorunda kalan Hz. Musa, Sina çölünü aşarak Medyen şehrine geldi. Burada yaşayan Hz. Şuayb’ın kızlarından birisiyle evlendi. 28 yaşındayken kendisine peygamberlik vazifesi verildi. Hz. Musa, Firavun ve ordusunu İslam’a davet etmek için Mısır’a geri döndü.

       16. (Musa:) “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet!” diye dua etti. Allah da onu affetti. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

       Hz. Musa haklı haksız bakmaksızın kendi soyundan olan kişinin tarafında yer almakla yani haklıya karşı haksızı savunmakla yanlış yapmıştır. Bir sonraki ayetten de Musa’nın yanında yer aldığı kişinin suçlu olduğunu anlıyoruz. Zira suçludan yana taraf tutmak ve suçluya yardımcı olmak da suçtur. Onun için Hz. Musa pişmanlık duyarak Allah’tan af talebinde bulunuyor.

       17. (Musa:) “Rabbim! Bana verdiğin nimetlerin hakkı için, (kim olursa olsun) bir daha suçlulara asla yardımcı olmayacağım!” dedi.
       18. (Musa) şehirde korku içinde etrafı gözetleyerek sabahladı. Bir de baktı ki dün kendisinden yardım isteyen adam, (başka bir Kipti ‘ye karşı) yine kendisinden yardım istiyor. Musa ona: “Belli ki, sen (ona buna sataşan problem) bir azgınsın!” dedi.
       19. (Musa, kavga edenleri ayırmak için) ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince adam: “Ey Musa! Dün birini öldürdüğün gibi, beni de öldürmek mi istiyorsun. (Demek) sen ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun, arabuluculardan olmak istemiyorsun!” dedi.

       Buradan anlaşılıyor ki Musa’nın Firavun’un sarayında büyümesi pek bir işe yaramamış. Saraya bebek yaşta girmiş olsa da zaten köleleştirilmiş bir toplumdan geliyordu, o halde iyi bir terbiye alması için bir başka yerde eğitimden geçmesi gerekiyordu. İşte bunun için Firavun’un etki ve hakimiyet alanı dışında kalan Medyen’e gidiyor ve orada Hz. Şuayb’ın yanında uzun zaman kalıyor.

       20. (O sırada) Şehrin en ileri gelenlerinden biri koşarak geldi: “Ey Musa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında senin durumunu görüşüyorlar. Şehirden hemen çık! Şüphesiz ben senin iyiliğini isteyenlerdenim!” dedi.
       21. (Bunun üzerine Musa) korku içinde etrafı gözetleyerek şehirden çıktı ve: “Rabbim! Beni zalimler topluluğundan kurtar!” diye dua etti.
       22. (Musa şehirden çıkıp) Medyen’e doğru yöneldiğinde: “Umarım Rabbim bana doğru yolu gösterir!” dedi.

       ‘Medyen” Hz. Musa ve Şuayb’ın hayat hikayeleri dolaysıyla Kur’an’da pek çok yerde geçmektedir. Medyen, Arap yarımadasının güneyinden ve özellikle Yemen’den gelip kuzeye, Filistin ve Suriye’ye giden ticaret kervanlarının göç yolu üstündeydi. Kervanların geçtiği bir yer olduğu için halkı çok zengindi. Hicaz yarım adasının en zengin şehirlerinden birisiydi. Medyen halkı “Midianlılar-Midyânîler” adıyla anılan bir kavimdir. Bugünkü Suriye’nin güneyi ile Ürdün ve Hicaz’ın kuzeyine denk gelen bölgede yaşadıkları söylenmektedir.

       23. (Hz. Musa, uzun ve tehlikeli bir yolculuğun ardından) Medyen(‘in meşhur) su kuyusuna vardığında, kuyunun başında insanların (hayvanlarını) suladıklarını gördü. Ayrıca onlardan başka, (hayvanlarını) sudan uzak tutmaya çalışan iki genç kıza tanık oldu. (Yanlarına yaklaşarak) onlara: “Derdiniz nedir (siz neden hayvanlarınızı sudan uzak tutuyorsunuz)?” diye sordu. Onlar da: “Çobanlar sulayıp çekilmeden biz onların içine sokulup hayvanlarımızı sulamayız (onlarla başa çıkacak gücümüz de yok). Babamız çok yaşlıdır (onun için bu işi biz yapıyoruz)” dediler.
       24. Bunun üzerine (Musa) onların hayvanlarını suladı, sonra da gölgeye çekilip: “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım!” dedi.

       Firavun’un sarayında bolluk ve zenginlik içinde yaşayan Hz. Musa günlerce durup dinlenmeden yol yürümüş, aç kalmış ve iyice bitkin düşmüştü. Ne verilse yiyecek ve ne istenirse yapacak durumdaydı. Ayrıca geldiği yerde hem barınacak bir yere hem de derdini anlatacak birilerine ihtiyacı vardı. Onun için “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım!” şeklinde Allah’a dua ediyordu.

       25. (Musa kuyunun başında çaresizlik içinde beklerken) o iki kızdan biri utana sıkıla Musa’nın yanına geldi ve: “Babam (Şuayb) sulama ücretini ödemek için seni çağırıyor” dedi. (Musa, Şuayb’ın) yanına gelerek başından geçen olayları anlatınca, (Şuayb): “Korkma, (artık) o zalim kavimden kurtuldun!” dedi.

       Hz. Musa, başından geçenleri Hz. Şuayb’e anlatınca, Hz. Şuayb, Mısır’da yaşanan kötülükleri anlamakta gecikmedi ve: “Korkma, o zalim kavimden kurtuldun” diyerek Hz. Musa’yı teselli etti. Böylece 21. ayette geçen: “Rabbim! Beni zalimler topluluğundan kurtar” şeklindeki Musa’nın duasının kabul olduğu anlaşılmış oldu. Hz. Şuayb yaşadığı süre boyunca damadı Musa’ya her zaman destek olmuş, birçok tavsiyelerde bulunmuş ve Musa da onun tavsiyelerini dikkate almış ve ona saygıda kusur etmemiştir.

       26. Kızlardan biri: “Babacığım! Onu ücretle (çoban olarak) tut. Herhalde ücretle tuttuklarının en iyisi, güçlü ve güvenilir olanı bu adam olacaktır” dedi.
       27. (Şuayb, Musa’ya dedi ki:) “Bak, seni sekiz yıl yanımda çalışmana karşılık bu iki kızımdan biriyle evlendirmek istiyorum. Şayet süreyi on yıla çıkarırsan, o da senin ikramın olur. Ben seni zahmete sokmak istemem. İnşallah benim dürüst bir insan olduğumu göreceksin.”

       Bu ayetten; Hz. Şuayip’in şeriatında mehir olarak işçiliğin caiz olduğunu ve beğenilen bekâr erkeğe adamın kendi kızını nikâhlaması için teklifte bulunabileceğini de anlıyoruz.

       28. (Musa) dedi ki: “Bu, seninle benim aramda bir antlaşmadır. Bu iki süreden hangisini tamamlarsam tamamlayayım bana kızıp darılmak yok. Allah, söylediklerimize vekildir.”

       Hz. Musa, kayınpederi olacak Hz. Şuayip’in önerdiği teklifi kabul ediyor. Hiç kuşkusuz bütün bunlar Allah’ın bilgisi dâhilinde bir hikmet doğrultusunda oluyor. On yıl önce kovulmuş biri olarak geldiği yollardan geri dönen Hz. Musa yolda hiç beklemediği çok önemli bir olayla karşılaşıyor. Aşağıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi Rabbi kendisine seslenerek bir görev yüklüyor. Demek Allah ona yükleyeceği sorumluluğun üstesinden gelmesi için onu Hz. Şuayip’in yanında korumaya alıyor, terbiye ediyor ve eğitiyor.

       29. Musa, (aralarında konuşulan) süreyi tamamlayıp (evlenmiş olduğu) ailesiyle (Mısır’a doğru) yola çıkınca, Tur’un (sağ) tarafında ateş türü bir şey gördü. Ailesine: “Siz burada kalın, ben ateş gibi bir şey gördüm (oraya gidiyorum). Umarım oradan size bir haber ya da ısınmanız için ateşten bir kor getiririm” dedi.

       Hz. Musa’nın Hz. Şuayb’ın yanında kaldığı sekiz yıllık zaman onun için tam bir tekâmül dönemi olmuştur. Adeta Hz. Şuayb’ın yanında eğitim görerek Mısır’da vereceği mücadelenin ön hazırlığını yapmıştır. Allah’ın surette tecelli eden nurunun bir ateş şeklinde gözükerek Musa’ya seslenmesi, keyfiyeti bilinmeyen, doğrudan kalbe inen ve ruha hitap eden bir sestir. Yaşananlar farklı olsa da vahyin başlangıcında Hz. Muhammed için Nur Dağı ne ise Hz. Musa için Tur Dağı da odur.

       30. (Musa) ateşin yanına varınca, o mübarek yerdeki vadinin sağ yanında bulunan bir ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Musa! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!” Bkz. 20/10-14

       “Allah, bir insanla ancak (mesajını doğrudan kalbine ileterek) vahiy yoluyla yahut perde arkasından (ona seslenerek) konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder…” (Şura 42/51) Bu ayetten anlıyoruz ki; Allah, hiçbir beşerle doğrudan konuşmaz. Burada anlatılan vahiy perde arkasından yani ağaç üzerinden yapılan vahiydir. İlahi vahyin önce ağaçta tecelli etmesi, Hz. Musa’yı vahye alıştırmak ve vahyin havasını tedricen yaşatmak için olabilir.

       31. (Musa’ya:) “Asanı (yere) bırak!” (denildi). Bıraktığı asasının çevik bir yılan gibi hareket ettiğini görünce, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Bu defa da:) “Ey Musa! Geri gel, korkma, sen güvende olanlardansın” denildi.
       32. “(Şimdi) elini koynuna sok, kusursuz olarak bembeyaz çıksın! Korkudan (dolayı) açılan kanatlarını (kollarını) kendine çek (göğsünde birleştir ki korkudan emin olasın). İşte bu ikisi (yılana dönüşen asa ve parlayan el), Firavuna ve onun ileri gelenlerine karşı Rabbinin (sana) verdiği iki (büyük) mucizedir. Çünkü onlar (yaptıkları kötülükler ve işledikleri zulümler yüzünden) yoldan çıkmış ve yozlaşmış bir topluluk olmuşlardır.”
       33. (Musa) dedi ki: “Ey Rabbim! Şüphesiz ben onlardan birisini öldürdüm. Onların da beni öldürmelerinden korkuyorum.
       34. Kardeşim Harun’un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da benimle birlikte, beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder. Çünkü ben, onların beni yalanlamalarından korkuyorum.” Bkz. 20/26-30
       35. (Allah) şöyle buyurdu: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz, size öyle bir kudret vereceğiz ki ayetlerimiz sayesinde onlar size el uzatamayacaklar. Siz de size tâbi olanlar da mutlaka galip geleceksiniz!” Bkz. 5/67, 40/51, 58/21
       36. Musa, apaçık mucizelerimizle onlara geldiğinde: “Bu, ancak uydurulmuş bir sihirdir. Biz geçmişteki atalarımızdan böylesini duymamıştık” dediler.
       37. (Buna karşılık) Musa dedi ki: “Onun katından hidayeti getirenin kim olduğunu ve hayırlı sonun kime nasip olacağını en iyi Rabbim bilir. (Bilinen bir şey vardır ki) Zalimler asla kurtuluşa eremezler.”

       Hz. Musa verdiği bu cevapla sadece meseleyi işaret ediyor ve açıklama gereği duymuyor. Bu cevap, Hak-batıl mücadelesinde Hakkın mutlaka galip geleceğine güvenin bir göstergesidir. Zalimlerin mutlaka hüsrana uğrayacağı Allah’ın değişmez yasasıdır. Hz. Musa’nın bu edep ve güven dolu sözleri karşısında Firavunun cevabı ise sadece alay etmek oluyor.

       38. Firavun: “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir kule yap! Belki Musa’nın ilâhına çıkar bakarım (!) Şüphesiz ben onun mutlaka yalancılardan biri olduğunu sanıyorum” dedi.

       Firavunun yüksek bir kule inşa ettirmek istemesi, Hz. Musa ve onun anlattıkları ile bir istihza olduğu gibi, köleleştirdiği zavallı halkına, Musa’nın tanrısının yeryüzüne değil gökyüzüne egemen olduğunu ve yeryüzünün hâkimiyetinin kendisine ait olduğunu anlatmak içindi. Gerçi Firavunun tanrı olmadığını kendisi de zavallı halkı da biliyordu ama tuğyan içindeki zorba düzeninin bozulmasını istemiyordu. Ve hükmettiği insanların tek sorumlusunun kendisi olduğunu iddia ediyordu. Nitekim Nâziât 79/24 ayetinde buyrulduğu gibi (Firavun toplumuna;) “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” diyordu.

       39. Böylece o (Firavun) ve kurmayları ülkelerinde haksız yere büyüklük taslayıp serkeşlik, zorbalık ederek iktidarda kaldılar. Bizim huzurumuza getirilerek hesaba çekilmeyeceklerini zannettiler.
       40. Ve bu yüzden onu ve onun buyruğunda olanları kıskıvrak yakalayıp denize gömdük (orada boğuldular). Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!
       41. Böylece biz onları (Allah’a meydan okuyan zalimleri) ateşe (küfür ve şirke) çağıran öncüler (ve kötülüğün sembolleri) yaptık. (Onların yolundan gidenler de onlarla aynı sonu paylaşacak ve) kıyamet günü böylelerine asla yardım edilmeyecektir!
       42. Bu dünyada onlar hep lânete anılacaklar. Kıyamet gününde de onlar nefret edilen kimselerden olacaklardır. Bkz. 11/98-99
       43. Andolsun ki biz, ilk devir nesillerini (Nuh, Hud, Salih ve Lut’un kavimleri gibi nice toplumları yaptıkları kötülükler yüzünden) helak ettikten sonra Musa’ya, düşünüp ibret alsınlar diye insanların kalp gözünü açan deliller ve bir hidayet rehberi, bir rahmet olarak Kitabı (Tevrat’ı) verdik.
       44. (Ey Resul!) Musa’ya emrimizi vahyettiğimiz zaman, sen mukaddes vadinin batı tarafında bulunmuyordun, onu görenlerden de değildin. Bkz. 3/44, 11/49, 12/102

       Bu ayet, Hz. Musa kıssasının Kur’an’ın dışında herhangi bir yolla Hz. Peygambere intikal etmiş olmayacağını gösteriyor. Yani bu bilgiler sana tamamen vahiy yoluyla gelmiştir. Yoksa sen bunları nereden ve nasıl bilecektin? Ayrıca hüküm içerikli diğer ayetler nasıl şüphe götürmez ve tartışılmaz derecede vahiy ürünü ise bu kıssada anlatılanlar da aynı derecede şüphe götürmez vahiy ürünüdür.

       45. Fakat biz (Musa’dan sonra) nice nesiller meydana getirdik. Üzerlerinden uzun çağlar geçti. Sen Medyen halkı arasında yaşıyor değildin, ayetlerimizi onlardan okuyup öğreniyor da değildin. Ancak (bu bilgileri sana) gönderen biziz.
       46. Yine biz (Musa’ya) seslendiğimiz zaman Tur’un yan tarafında da değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak, senden önce kendilerine (uzun zamandır) hiçbir uyarıcı gelmeyen bir kavmi, düşünüp öğüt alsınlar diye uyarman için (o haberleri) sana bildiriyoruz.
       47. Kendi yaptıkları (günahlar) yüzünden başlarına bir musibet gelip de: “Ey Rabbimiz! Bize bir resul gönderseydin de ayetlerine uysaydık ve müminlerden olsaydık” demesinler diye seni resul olarak gönderdik.
       48. Fakat onlara katımızdan hakikat geldiği zaman “Niçin ona da Musa’ya verilmiş olan (mucize)lerin bir benzeri verilmedi?” derler. Fakat böyleleri, bundan önce, Musa’ya verilen (bütün mucizeler)i de inkâr etmemişler miydi?      (Nitekim şimdi de) “Birbirini destekleyen iki aldatmaca örneği! Biz topunu birden reddediyoruz!” diyorlar.

       Maksatları inanmak olmayan ve sadece Hz. Muhammed’i zor duruma düşürmek isteyen bazı sözde Yahudiler, Hz. Muhammed’e haber göndererek, Hz. Musa’nın gösterdiği mucize gibi bir mucize göstermesini istedi. Oysa onlar Hz. Musa’yı da yalanlıyordu çünkü hem Hz. Musa’nın mucizesini istiyorlar hem de her ikisi için yani Hz. Muhammed’in ve Hz. Musa’nın getirdikleri için “birbirini destekleyen iki aldatmaca” diyorlardı. Kur’an, Yahudilerin bu tip tutarsızlıklara son verip ciddi olmalarını ve Hakka dönmelerini öneriyor.

       49. (Sen de onlara) de ki: “(Demek Kur’an’ı da diğer ilahi kitapları da inkâr ediyorsunuz) Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah katından, bu ikisinden (Tevrat ve Kur’an’dan) hidayete götürecek daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!”
       50. Eğer (bu tartışmadan sonra) çağrına (makul) bir cevap vermezlerse, artık bil ki, onlar sadece kendi iğreti arzularına uyuyorlar. Allah tarafından doğru bir delil olmaksızın sırf kendi arzularına uyanlardan daha sapık kim olabilir? Şüphesiz ki Allah zulmü kendine yol edinen toplumu doğru yola eriştirmez.
       51. Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsınlar diye, sözü (vahyi) birbiri ardınca (kesintisiz bir şekilde) ulaştırdık.

       Kur’an ayetlerinin zamana, şartlara ve gündeme bağlı olarak tedrici bir şekilde inmesi hem iyi anlaşılması hem hayata geçirilmesinin daha kolay olması hem de kıyamete kadar cereyan edecek hadiselere cevap verebilmesi bakımından çok önemlidir.

       52. Kendilerine bu (Kur’an)dan önce kitap verdiğimiz kimselere gelince, onlardan samimi ve insaflı olanlar, bu Kur’an’a da derhal inanırlar.
       53. Kur’an kendilerine okunduğu zaman: “Ona inandık, şüphesiz o Rabbimizden gelen gerçektir. Bu bize ulaşmadan önce de biz zaten O’na (Allah’a) yürekten boyun eğen kimselerdik (Müslümandık)!” derler.

       “Bu bize ulaşmadan önce de biz zaten O’na yürekten boyun eğen kimselerdik!” ifadesi, Tevrat ve İncil’i iyi bilen, tevhid ilkesini bozmadan Allah’a inanan Hz. Musa’yı ve İsa’yı Allah’ın elçisi ve kulu olarak kabul eden Yahudi ve Hıristiyanları işaret etmektedir.
       “Biz zaten Müslümandık” ifadesi “Müslüman” teriminin kendi zamanlarında tüm vahiylere iman etmiş kimseleri kapsadığını ve Allah’ın dininin tek ve adının “İslâm” olduğunu ve bu dine mensup kimselerin de “Müslüman” olduğunu göstermektedir. Ancak Müslüman olmanın şartının da Allah’a kayıtsız şartsız itaat etmek ve onun emirleri doğrultusunda yaşamak olduğunu bilmek gerekir. Onun için Müslüman olmanın şartını beşe indirgemek diye bir şey asla söz konusu bile olamaz. Vahiy ile emredilen bütün öğretilerin kabul edilmesi ve hayata geçirilmesi Müslüman olmanın şartıdır.

       54. İşte onlara, sabredip kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları karşılığında, mükâfatları iki kez verilecektir.

       Onlar içinde yaşadıkları kültürün ve geleneksel yaşam tarzının etkisine rağmen Allah’ın gönderdiği önceki ve sonraki mesajlara yürekten inandıkları ve bu mesajların gereklerini yerine getirdikleri için mükafatları kendilerine iki kat verilecektir.

       55. Onlar ki, boş ve anlamsız sözler işittikleri zaman ondan hemen yüz çevirip: “Bizim yaptıklarımızın hesabını biz vereceğiz, sizin yaptıklarınızın hesabını da siz vereceksiniz. Size selam olsun. Biz, (doğru ile yanlışı ayırt edemeyen) cahillerle arkadaşlık etmeyiz” derler.

       “Size selam olsun” söylemi; “bizden uzak durun, yolunuz açık olsun, Allah size hidayet lütfetsin, siz yolunuza, biz yolumuza” demektir. Yani hırsıyla hareket eden, tutarsız ve saygısız davranan, Allah’tan uzak, doğrudan gafil olan kendini bilmezlerle bir arada bulunmak istemeyiz; siz kendi hayatınızı yaşayın, biz de kendi inandıklarımızı yaşayalım anlamındadır.

       56. Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dileyen kimseyi (iyi niyet ve gayretine göre) doğru yola eriştirir. O, doğru yola erişecek olanları daha iyi bilir. Bkz. 42/52)

       Hz. Peygamberin amcası Ebu Talip, son saatlerini yaşıyordu. Peygamberimiz onu ziyaret ederek tevhid inancı üzere ölmesini sağlamak için ondan Müslüman olmasını istiyordu. Fakat Ebu Cehil ’in baskısından ve Kureyş halkının kendini kınamasından korktuğu için Hz. Peygamberin bu talebini yerine getirememişti. Hz. Peygamber, çok sevdiği, zor zamanlarda ciddi desteğini gördüğü amcasının bu durumuna çok üzüldü. Bunun üzerine hem Sünnetüllah’ın hatırlatılması ve hem de Hz. Muhammed’in teselli edilmesi için bu ayet nazil oldu.

       57. (Onlar:) “Biz seninle beraber hidayete uyacak olursak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızık olarak her türlü ürünün toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke’ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu (verilen bu nimetin kıymetini) bilmezler. Bkz. 2/272, 12/103
       58. Oysa biz, varlık ve refahtan ötürü şımarıp azmış nice toplumları helak ettik. İşte, onların yaşadıkları yerler! Onlardan sonra oralarda pek az insanın dışında kimse yerleşmedi. Onların tamamına biz varis olduk (çünkü herkes göçüp gittikten sonra, ebediyen kalacak olan yalnızca biziz).
       59. Bununla birlikte, yine de senin Rabbin hiçbir memleketi/medeniyeti, ana merkezlerine kendilerine mesajlarımızı okuyup açıklayacak bir elçi göndermedikçe helâk etmez. Ve zaten Biz hiçbir toplumu, fertleri birbirlerine zulmetmedikçe helâk etmeyiz. Bkz. 17/15 ve dipnotu, 42/7, 46/27
       60. Size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah’ın katında olan ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?
       61. Kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve sonunda o vaade (cennete) kavuşan kimsenin durumu, kendisine dünya hayatının tadımlık hazlarını tattırdığımız ve sonra kıyamet günü (azap görmek üzere) huzura getirilen kimse gibi olur mu?
       62. Allah, o gün onlara (şöyle) seslenecek: “Bana eş olarak kurguladığınız (beşerî otoriteler, himmetine güvendiğiniz, şefaatini umduğunuz önderler, servetiniz, şöhretiniz, evlatlarınız, yok olup gitmeyeceğini sandığınız saraylarınız, putlaştırdığınız makamlarınız) nerededir?” Bkz.2/167, 16/27, 34/22, 37/22-24
       63. (Bunun üzerine) haklarında azap hükmü gerçekleşen (o saptırıcı önder)ler: “Ey Rabbimiz! İşte bunları sapıklığa sürükleyen biziz. Evet, biz kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık (fakat onlar da kendi iradeleriyle peşimizden geldi). Şimdi de onlardan uzaklaşıp sana döndük. Zaten (gerçekte) onlar bize tapmıyor (kendi istek ve arzularına tapıyor)lardı” diyecekler. Bkz. 25/43, 10/28

       Yani; bizden öncekiler yanlış dini telkinlerle bizi nasıl yoldan çıkardılarsa, biz de atalarımızdan devraldığımız şekilde, hurafelerle ve yanlış dini telkinlerle onları öylece yoldan çıkardık. Üstelik onları yoldan çıkarabilmek için senin dinini de olduğundan farklı aktardık.

       64. Sonra (Allah’tan başka varlıkları tanrılaştıranlara:) “(Allah’a koştuğunuz) ortaklarınızı çağırın (da sizi kurtarsınlar)!” denecek. Onlar da çağıracaklar fakat kendilerine cevap veremeyecekler ve (işte o anda karşılarında o korkunç) azabı görecekler. Keşke onlar (dünyada iken) doğru yola girselerdi!
       65. O gün böylelerine seslenilip: “Size gönderilen elçilere nasıl bir tepki gösterdiniz?” diye sorulacak.
       66. Ne var ki, o gün, geçmişte olup bitenler hakkında açıklama yapmak için önlerindeki bütün yolların kapalı olduğunu görecekler ve bu konuda birbirlerine de herhangi bir şey soramayacaklar.
       67. Ancak kim (bu dünyada) pişman olup doğru yola döner ve inanıp dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyarsa, böyle birinin kurtuluşa erenler arasında bulunması umulur.

       Gerek Müslüman olmadan önce yaptığı kötülüklere Müslüman olduktan sonra tevbe ederek ve gerekse Müslüman olduğu halde yaptığı yanlışlardan dönüş yaparak samimi niyet ve gayretle faydalı işler yapan, iyiliğin ve adaletin hâkim olması ve kötülüğün engellenmesi için çalışan erdemli insanlar umulur ki kurtuluşa erecektir. “İnananlar (ve imanın gereklerini yerine getirenler) gerçekten kurtuluşa ereceklerdir.” (Mü’minun 23/1)

       68. Rabbin, dilediğini yaratır ve (elçi olarak) seçer. Onların (elçi) seçme hakkı yoktur. Sınırsız kudret ve yüceliğiyle Allah onların tanrısal nitelikler yakıştırarak ortak koştukları her varlığın mutlak olarak üstündedir!

       “Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer.” Yani, kimi yaratacağına ve yaratılanlardan kimin peygamber olacağına Allah karar verir. Peygamberler seçimle değil, atamayla gelir. Bu atama tamamıyla Allah’ın tasarrufundadır. Bu konuda insanların söz ve seçim hakkı yoktur. Hz. Muhammed’in peygamberliği konusunda dedikodu yapan müşrikler kendi aralarında Mekke’nin zenginlerinden Velid b. Muğire veya Tâif’in ileri gelenlerinden Urve es-Sakafî gibi soylu ve itibarlı büyük adamlar dururken peygamberliğin Hz. Muhammed’e verilmesinin yanlış olduğunu konuşuyorlardı. “Bu Kur’an, iki şehirden (Mekke ve Tâif’ten) bir büyük adama indirilseydi ya!” dediler. (Zuhruf 43/31) Kaldı ki Hz. Muhammed soy itibariyle de onların ortaya attığı isimlerden çok ilerdeydi. Sadece anneden öksüz babadan yetim kalmıştı, onlar gibi zengin de değildi ama hem güvenilir hem de saygın bir kişiliğe sahipti. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

       69. Ve senin Rabbin, onların içlerinde gizli tuttuklarını da açığa vurduklarını da bilir.
       70. Allah odur ki; O’ndan başka ilah yoktur. Dünyada da ahirette de tüm övgüler O’na mahsustur. Nihai yargı sadece O’na aittir. Ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.
       71. De ki: “Hiç düşündünüz mü: Allah geceyi üzerinizde kıyamet gününe kadar sürekli kılacak olsa, Allah dışında size ışık getirebilecek başka bir ilah var mı? O halde, artık (gerçeğin sesine) (hâlâ) kulak vermeyecek misiniz?”

       Gecenin karanlığını azaltmak için asırlardır insanlar çalışıyor. Allah’ın ilhamıyla icat edilen ampulden sonra aydınlatma teknolojisinde çok büyük gelişmeler yaşanmıştır. Ve elektrikle çalışan farklı aygıtlar yapılarak karanlığı aydınlığa dönüştürme konusunda ciddi başarılar ortaya konmuştur. Ancak Allah’ın yarattığı düzende jeotermik, güneş, hidrolik, nükleer, su, rüzgâr ve gelgit enerjileri gibi değişik doğal enerjilerden faydalanılmasına rağmen yine de dünyanın milyonda biri aydınlatılamamıştır. Üstelik bu aydınlatma işinde milyonlarca insanın emeği ve alın teri vardır. Dünyada açlık sınırının altında yaşayan insanların açlığını giderecek ve refah düzeylerini dengeleyecek seviyede milyarlarca para harcanmıştır. Bütün dünya ayağa kalksa ve sermayelerini birleştirerek bir bütçe oluştursa yine de sadece bir geceyi gündüze dönüştürecek enerji elde edemezler. Etseler bile enerjilerinin kaynağı yine Allah’ın yarattığı varlıklardan olacaktır. Onun için ayetin son cümlesinde “artık (gerçeğin sesine) (hâlâ) kulak vermeyecek misiniz?” buyruluyor.

       72. De ki: “Ne dersiniz? Allah, üzerinize gündüzü kıyamete kadar sürekli kılacak olsa, Allah’tan başka hangi ilâh size içinde dinleneceğiniz bir gece getirebilirdi? Hâlâ gerçekleri görmeyecek misiniz?”

       Bu konunun canlı örnekleri kutuplarda yaşanmaktadır. Gerek kuzey gerekse güney kutbunda senenin altı ayı gündüz, altı ayı gecedir. Kutuplarda olduğu gibi dünyanın her yerinde sadece gece ya da gündüz olsaydı elbette ki dünya da yaşanmaz bir yer olacaktı. Ayette belirtildiği gibi dünya sadece gündüz olsaydı bitkilerin fotosentez yapması zorlaşırdı. Gece olmayacağı için beyin dinlenemez ve sürekli bir yorgunluk hali olurdu. Hava her zaman sıcak kalır, tarım ürünleri sürekli güneş gördüğünden kurur ve zarar görürdü. Yıldızları göremezdik, ayın evrelerine tanık olamazdık. Dünya sıcaktan kavrulacağı için buzullar erir su seviyesi yükselirdi.

       73. Rahmetinin eseri olarak gece ile gündüzü var etti ki, geceleyin istirahat edesiniz, gündüzün de hayatta kalabilmeniz için çalışıp Allah’ın lütfundan nasibinizi arayasınız ve O’nun nimetlerine şükredesiniz.
       74. O gün (Allah) onlara seslenecek: “Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz varlıklar hani nerededir?”
       75. (O gün) her topluluktan (peygamberlerini) birer şahit olarak çıkaracağız (ve onlara diyeceğiz ki): “(Geçmişte öne sürdüğünüz batıl iddialarınızı ispatlayan) delillerinizi getirin (bakalım)!” O zaman, gerçeğin Allah’a ait olduğunu bilecekler ve uydurdukları şeylerin kendilerini yüzüstü bırakıp kaçtığını anlayacaklar.
       76. Gerçek şu ki; Karun, Musa’nın kavminden (amcasının oğlu) idi. Ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, sadece anahtarlarını/mal stokunu (taşımak bile) güçlü bir mangaya ağır gelirdi. Hani kavmi ona demişti ki: “Böbürlenme! Çünkü Allah böbürlenip şımaranları sevmez.”

       Ayette, çokluktan kinaye olarak “ağırlık” ifadesi mecazen kullanılmıştır. “Mefâtih” ismi hem “anahtar” anlamına gelen “miftah” kelimesinin hem de “mal stoku” anlamına gelen “meftah” kelimesinin çoğuludur ki, ayetteki anlam örgüsüne uygun düşen de mal stokudur.

       77. “Allah’ın sana verdiklerinden yararlanarak ahiret yurdunda (iyi bir yer tutmanın) yolunu ara! Dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme! Çünkü Allah, bozguncuları sevmez!”
       78. (Kavminin bu öğütlerine karşı Karun:) “Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.” dedi. Peki, şunu da bilmiyor muydu ki Allah, daha önce kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri (nankörlük ve vefasızlık yaptıkları için) helâk etmişti? Artık suçlulara günahlarının ne olduğu sorulmaz (cezaları verilir). Bkz. 28/78, 30/9, 40/21, 40/82

       Burada zengin diye tabir ettiğimiz kodamanlara da bir uyarı vardır. Kimse elinin altındaki varlıkları kendinin zannetmemeli. 20-30 saniyelik bir depremde ya da başka bir felakette insan bir anda dünyanın en fakir, en muhtaç ve en çaresiz kişisi olabilmektedir. Varlıkların tek sahibi Allah’tır. İnsanın elindeki geçici nimetler ne kadar çok olursa, o derece sadece sorumluluğu artar ve hesabı zorlaşır. Onun için varlıklı insanlar, savurganca yaşamak, modern villalarda hayat sürdürmek, pahalı ve lüks arabalara binmek, caka satmak ve fiyaka atmak yerine sosyal adaletin tesisi adına infak etmeyi ve paylaşmayı düşünmelidir. Ayrıca servet sahibi insanlardan en çok duyduğumuz; “bu işin eğitimini aldık, zekamızı, maharetimizi ortaya koyduk, dişimizden tırnağımızdan artırarak bugünlere geldik” gibi söylemler Kârun’un söyledikleriyle örtüşmektedir. Onun için varlıklı mü’minlerin özellikle bu tür söylemlerden uzak durarak Kârun’a özenmek yerine Harun gibi olmayı arzulamaları gerekir.

       79. Derken (Karun, bir gün) bütün ihtişam ve şatafatıyla kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler: “Keşke Karun’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sahibidir” dediler.
       80. Kendilerine doğru ve güvenilir bilgi verilmiş olanlar ise: “Yazıklar olsun size! İman edip de iyi işler yapanlara Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur” dediler.
       81. Sonunda (yaptıkları yüzünden) biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı ona yardım edebilecek bir topluluk da olmadı (ve olamazdı da). O, kendisini kurtarabilecek durumda da değildi (zaten).

       Kârun servetini sadece bir güç olarak Firavun’un kurduğu sistemin yaşaması ve muktedir olması için kullanıyor ve Allah’ın verdiği maddi güçle Hz. Musa ve Harun’a muhalefet ederek âdeta Allah’a karşı mücadele veriyordu. Dolaysıyla Kârun’un cezalandırılması serveti yüzünden değil, servetin verdiği şımarıklık ve taşkınlık yüzünden olmuştur.

       82. Daha dün(e kadar) onun yerinde olmayı arzu edenler: “Vay canına! Demek ki Allah, kullarından (hikmetine binaen) dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısar. Allah, bize lütfetmemiş olsaydı, bizi de yerin dibine geçirmişti. Demek ki nankörler iflah olmayacak” demeye başladılar.

       Son cümlede “inkârcılar” yerine özellikle “nankörler” olarak tercüme etmeyi uygun gördük çünkü Kârun Allah’ın verdiği servetle kendisine yapılan zenginliğe vefasızlık göstererek Allah’a nankörlük etmiş ve servetini kötü yolda kullanmıştır.

       83. İşte ahiret yurdu. Biz, onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmayanlara veririz. Güzel sonuç, Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlarındır.
       84. Kim ki iyilik yaparak (Allah’ın huzuruna) çıkarsa, daha iyisini, daha üstününü bulacaktır. Kim de kötülük yaparak çıkarsa, (bilsin ki,) kötülük yapanlar yalnızca yaptıklarının karşılığını göreceklerdir. Bkz. 4/40, 6/160, 27/89
       85. Okumayı/Kur’an’ı sana farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir. De ki: “Rabbim hidayetle geleni ve apaçık bir sapıklık içinde olanı daha iyi bilir.”

       İlk gelen ve “oku” emriyle başlayan Âlak suresinin ilk ayetindeki “ikra’” kelimesi ile “Kur’an” aynı kökten geldiği için buradaki “Kur’an” terimini hem “okumak” hem de “Kur’an” olarak alabiliriz. Her iki durumda da insana okumayı farz kılan bir emir söz konusudur. Zira Kur’an okunmadan anlaşılamaz. İnsan da okumadan tekâmül edemez. Bu “okuma”dan illa da yazı ile yazılanı okumayı anlamamalıyız. Ay’ın Güneş’i okuyarak ışık saçması gibi (Şems 91/2) hayatı okumak, varlık alemini okumak, insanın kendisini okuması, temaşa ettiği herşeyi okuması bu kapsamda değerlendirilebilir.
       “Kur’an’ın Peygamberimize farz kılınması” demek, Allah’ın Kur’an’da öngördüğü hayat düsturlarıyla yaşam biçimi oluşturmak, hayatın pratik sorunlarını Kur’an’la çözmek; aymazlığa ve umursamazlığa düşmeden, hidayet yolunda dolu, doğru, adil, ilkeli, tutarlı ve istikrarlı bir hayat ortaya koymaktır.

       86. Bu kitabın senin kalbine indirileceğini ümit etmiş değildin. (Bu,) ancak Rabbinden bir rahmet (olarak indirilmiş)tir. O halde (gevşeklik göstererek ya da ödün vererek) sakın inkârcılara arka çıkma!
       87. Ve Allah’ın, ayetleri sana indikten sonra sakın seni onlardan alıkoymasınlar! Rabbine (Allah’ın dinine) davet et! Sakın Allah’tan başka varlıklara tanrısal nitelikler yakıştıranlardan olma!
       88. Allah ile beraber başka varlıklara yalvarıp yakarma! O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz! Bkz. 55/26