3 – Ali İmran

       Al-i İmran sûresi, Medine döneminde inmiş olup 200 âyettir. Sûrenin 33 ve 35. âyetlerinde Hz. İsa’nın anne tarafından dedesi olan İmran’dan ve onun soyundan söz edildiği için bu adı almıştır. Surede; Allah katında yegâne geçerli dinin İslâm olduğu vurgulanmakta, İslâm’ın inanç esasları ile bazı temel ahlâkî değerler üzerinde durulmaktadır. Hristiyanların Hz. İsa’yı tanrılaştırmaları, Yahudilerin de ona iftira ve karalamalarda bulunmaları gibi konular işlenirken Müslümanlara da Allah’ın nimetleri hatırlatılıp, düşmanların tuzaklarına düşmemeleri ve üstlendikleri misyonun bilincinde olmaları hatırlatılmaktadır. Surede ayrıca Uhud Savaşı’ndan kesitler verilmekte olup bu savaş esnasında ve sonrasında Müslümanların, münafıkların ve müşriklerin davranışları tahlil edilip değerlendirilmektedir.
     
       Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

       1. Elif, Lâm, Mîm.

       Bu harflerle ilgili Bakara sûresinin birinci âyetinin dipnotuna bakabilirsiniz.


       2. Allah, kendinden başka ilah olmayan (direktiflerine kayıtsız şartsız itaat edilmesi gereken), sonsuza kadar diri, hayatın ve varlığın kaynağı ve dayanağı, her şeyi hükmüne ve iradesine bağlı kılan (bütün varlıkları her daim koruyup gözeten) ve yönetendir!

       3. (Allah) Kendisinden önceki kitapları(n asıllarını) tasdik eden bu ilâhi kelâmı (Kur’an’ı) sana indirdi. Bundan önce de insanlara doğru yolu göstermek için Tevrat’ı ve İncil’i indirmişti.
       4. Bundan (Kur’an’dan) önce (onlar) insanlar için bir hidayetti. Furkan’ı (hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’an’ı) da (böylece) indirdi. Gerçek şu ki, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah mutlak galiptir, (ezilen, sömürülen ve hakları elinden alınmak istenen çaresiz kulları adına) intikam alıcıdır (onların hakkını teslim edicidir).
       5. Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
       6. Sizi rahimlerde (döl yataklarında) yaratıp dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O mutlak galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

       Bu ayetlerden; bütün vahiylerin sadece tek din olan İslam’ın mesajlarını ilettikleri anlaşılmaktadır.

       7. Sana Kitabı indiren O’dur. O’nun bazı âyetlerinin hükmü kesin ve nettir ki bunlar, kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir (ki onlar da benzer anlamlara ve yoruma açıktır). Kalpleri hakikatten sapmaya meyilli olanlar, fitne çıkarmak ve (kendi isteklerine göre olmadık) yorumlar yapmak için müteşâbih âyetlerin ardına düşerler. Oysa onun kesin anlamını Allah’tan başkası bilmez. Bu yüzden ilimde derinleşenler: “Biz ona inandık, tümü Rabbimizin katındandır” derler. Derin kavrayış sahipleri dışında kimse bundan öğüt alıp düşünmez.

       Tefsir usulünde, hükmü kesin ve net olan, bozulmaya karşı korunmuş ve yoruma muhtaç olmayan âyetlere muhkemât (Hûd 11/ 1, Hac 22/ 52, Muhammed 47/20); yorum getirilebilen, doğruluk, güzellik söylem biçimi bakımından birbirleriyle benzeşen âyetlere de müteşâbihat denilmiştir (Zümer 39/23)
       Kat’i farzları ve ahkâmı (helal, haram, namaz, oruç, zekât, hac, infak, içki, kumar, zina, faiz vb.) beyan eden yani konusu iman ve amel olan âyetler muhkem; yoruma muhtaç olan, lafzın maksat ve muradına dair zımnilik bulunan ve doğrudan birçok kelime ile anlatılma yerine istiâre yoluyla işaret edilen anlamı yansıtan yani konusu iman olmakla beraber amel istemeyen âyetler de müteşâbih vasfına haizdirler. 29 sûrede bulunan ve 19 sûrede birer âyet olarak gelen Hurûf-ı mukattaalar, Hz. Meryem’e ruhun üfürülmesi, Adem’in topraktan yaratılması, Musa’nın asası ile denizin yarılması, Fil hadisesi, 19 sayısı gibi âyetler bu âyetlerden sayılabilir. Ayrıca 15/22. ve 6/125. âyetlerinde de görüleceği üzere müteşâbihin kaynağındaki gerçek anlamın zamana yayılmış olabileceği de bahis konusudur.
       Kur’an’ın asıl nüzul sebebi, insan hayatının Allah’ın istediği şekilde tanzim edilmesidir. Bu da ancak muhkem ayetleri hayata geçirmekle mümkün olur. Ancak muhkem ayetlerin pratik hayatta karşılık bulması için müteşabih ayetlerle imanın güçlendirilmesi gerekmektedir.

       8. (Onlar derler ki): “Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! Bize katından rahmet ihsan et! Kuşkusuz Sen çok bağışlayansın.”
       9. “Ey Rabbimiz! Doğrusu Sen, (geleceği şüphe götürmeyen bir) günde (hesap sormak ve yerleştirmek için) insanları toplayacak olansın. Şüphesiz ki Allah, sözünden asla dönmez.”
       10. İnkârcılara gelince; dünya malları da çocukları da Allah katında kendilerine en ufak bir yarar sağlamayacaktır. İşte onlardır (yaptıkları yüzünden cehennemde) ateşin yakıtı olanlar!
       11. Bunların tutumu, Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin tutumu gibidir. Onlar (yaptıkları kötülüklerle beraber) âyetlerimizi de yalanlamışlardı. Allah da onları günahlarından dolayı (kahrıyla) hesaba çekti. Allah’ın cezası pek şiddetlidir.

       Firavun “Ben sizin en yüce rabbiniz değil miyim?” (Nâziât 79/24) diye sorarken bulunduğu yerde kendisinden başka itaat edilecek bir otoriteyi tanımadığını ifade eder. Kanun konacaksa ben koyarım, yasak getirilecekse ben getiririm, düzen kurulacaksa ben kurarım, benden başka bir güç tanımıyorum ve herkes bana itaat etmek zorundadır. Aksi takdirde herkesin canına okurum, istediğimi keser, istediğimi asarım, istediğimi öldürür, istediğimi hayatta bırakırım diyor ve iktidarını bu şekilde zulüm ve zorbalıkla sürdürüyordu. Ama bu ayette de ifade buyrulduğu gibi Firavun ve avanesinin egemenliği felaketle sonuçlanıyor. “Azabın en şiddetlisiyle kuşatılıyorlar” (Kamer 54/42) ve sonunda bütün yaptıklarının bedelini boğularak ödüyorlar (Zuhruf 43/55). Ahiretteki durumları ise çok daha felaket olacak ve azabın en şiddetlisine uğrayacaklar (Mü’min 40/46).

       12. İnkârcılara ve nankörlük edenlere de ki: “Siz mutlaka yenilecek ve cehenneme sürüleceksiniz.” Orası ne kötü bir meskendir.
       13. (Bedir’de savaş için) karşı karşıya gelen iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Onlardan bir grup Allah için savaşırken diğeri O’nu inkâr ediyordu. (İnkârcılar inananları) göz bakışıyla kendilerinin iki misli görüyordu. Allah da dilediğini yardımıyla destekliyordu. Muhakkak bunda, basiret sahibi olanlar için (alınacak) bir ibret vardır. Bkz. 3/123, 140, 8/6-10, 44, 22/39

       Bedir Savaşı, 13 Mart 624 tarihinde, peygamberliğin 15. senesinde (Hicretin 2. yılında) Medineli Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan ve Hac sûresinin 39. âyetiyle izin verilen ilk savunma savaşıdır. Bu savaş Medine’nin 120 km kadar güney batısında bulunan ve Mekke ile Medine arasındaki konak yerlerinden biri olan Bedir kasabasında gerçekleşmiştir. Bu savaşta İslam ordusu 312, müşrik ordusu ise 950 kişiden oluşmaktaydı. Müşrikler sadece asker bakımından değil aynı zamanda silah ve teçhizat bakımından da Müslümanlardan güçlüydü. İnananların zaferiyle sonuçlanan bu savaşta Müslümanlar 14 şehit verirken, başta Ebu Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden 70 kişi ölmüştür.

       14. Kadınlar, oğullar, altın ve gümüşten birikmiş hazineler, soylu atlar, sığırlar, arazilere yönelik tutku ve dünyevi zevkler insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bütün bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak (ve temelli kalınacak) güzel yer Allah katındadır. Bkz. 18/46, 64/15
       15. De ki: “Size bunlardan (dünyevi zevklerden) daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlar için Rableri katında mesken olarak altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler/arkadaşlar ve Allah’ın güzel kabulü/rızası vardır.” Allah, kullarını hakkıyla görendir. Bkz. 2/25, 4/57

       Âyette geçen “zevc” terimini sadece “eş” olarak anlamamak lazım. Nitekim mezkûr terim, Saffat sûresinin 37/22. âyetinde arkadaş, dost, taraftar anlamında da kullanılmıştır. Eş olarak düşünülse bile, eşin karı-koca olması da gerekmemektedir. Nitekim yolculukta, alış-verişte, herhangi bir etkinlikte yakınınız, arkadaşınız ya da bir dostunuz pekâlâ size eşlik edebilmektedir. Ayrıca cennetteki nimetler algı ve tasavvur algımızın dışında olduğu için, onları dünyevi mülahazalarla kıyaslamamız da doğru olmaz.

       16. O (Allah’ın emrine uygun yaşamaya ve günah işlemekten sakınmaya kararlı ola)nlar şöyle derler: “Rabbimiz! Şüphesiz biz (sana ve bütün gönderdiklerine) iman ettik, artık bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateşin azabından koru!”
       17. Onlar (Hak uğrunda zorluklara karşı direnen, zulme karşı mücadelede yılgınlığa düşmeyen) sabreden, sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan, Allah’ın iradesine yürekten bağlı olan, (mallarını ve imkanlarını) Allah için harcayan ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenlerdir.

       Ayette sıralanan özellikler, erdemli ve faziletli insanın olmazsa olmaz vasıflarındandır. Başa gelen her türlü bela ve musibete karşı kahramanca direnmek, zorluk ve sıkıntılar karşısında ümitsizliğe kapılmamak, mücadeleyi vazife edinerek engelleri aşmaya çalışmak, isyana ve itaatsizliğe düşmeden yürekten Allah’a bağlanmak, verilen söze sadık kalmak, adil ve doğru olmak, zor şartlarda da olsa kazanılanları paylaşmak ve bütün bunları yaparken aynı zamanda Allah’la irtibatı en sıkı şekilde devam ettirmek faziletli olmanın gereğidir. Fazilet, insanın gücünü Allah’tan alması ve bu gücü kolektif şuurla kendi sosyal çevresi üzerinde kullanmasıdır. Bu da ancak ayette sıralanan hususiyetlerin icrasıyla mümkündür. Bu manada fazileti oluşturan iman, itaat, nezaket, nezafet, metanet, maharet, sabır, cesaret, sadakat, izzet, samimiyet gibi kavramları içselleştirip hayata geçirmek bir Müslüman’ın olmazsa olmazlarındandır.

       18. Allah, melekler ve adaleti ayakta tutan ilim sahipleri de şahittir ki O’ndan başka ilâh yoktur. O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir ve kendisinden başka ilah olmayandır.
       19. Şüphesiz Allah katında hak din (tek yaşam tarzı) İslam’dır. Kendilerine kitap verilenler (Yahudi ve Hristiyanlar), kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilafa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr eder (ya da değiştirmeye kalkarsa bilsin ki) Allah, hesabı çok çabuk görendir.

       “İslam” sözcüğü Arapça “seleme” kökünden türemiş olup itaat etmek, bağlanmak, selamete kavuşmak, teslimiyet gibi anlamlara gelmektedir. İslam, Hz. Âdem’den günümüze kadar beşerin düşüncede, tasavvurda, pratik hayatta ve iç âleminde her şeyi düzenleyen; Hz. Muhammed’in risaletiyle kemal noktasına ulaşan ve ilahi düsturların tamamını ihtiva eden tevhid dininin adıdır. Bu dinin mensuplarına Müslüman denir. Müslüman, Allah’a, meleklere, Allah’ın gönderdiği kitaplara, peygamberlere ve âhiretin varlığına inanan ve Allah’ın emirlerini uygulamaya çalışan kimsedir.

       20. Eğer (bunda kanıta rağmen hakikati kabullenmeye yanaşmayıp yine de) seninle tartışmaya girerlerse de ki: “Bana uyanlarla birlikte ben kendimi Allah’a teslim ettim.” Kendilerine kitap verilenlere ve ümmilere (daha önce vahye muhatap olmayanlara) de ki: “Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?” Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse, sana düşen sadece tebliğdir. Allah kullarını hakkıyla görendir. Bkz. 7/158 ve “Ümmi” ifadesi ile ilgili dipnotu.
       21. Allah’ın âyetlerini inkâr edip peygamberleri haksız yere öldürenleri, adaleti emreden insanların canına kıyanları elem verici bir azapla müjdele!

       “Peygamberleri haksız yere öldürenlerin azapla müjdelenmesi” ifadesi mecazîdir. Zira Hz. Muhammed’in muhatapları arasında her türlü kötülüğü yapan çoktu ama peygamber öldüren yoktu çünkü başka peygamber yoktu. Bir de “haksız yere” ifadesi vardır ki, peygamberlerin öldürülmeyi hak etmesi zaten düşünülemez. Bu da bu ifadenin mecâzi olduğunu göstermektedir. Yani peygamber bekleyen bir toplumun gelen peygamberi reddetmesi ve onun getirdiklerine hayat hakkı tanımaması, peygamberliği öldürmesi demektir. Peygamberin öldürülmesi, peygamberlik müessesinin öldürülmesi demektir ki bu da peygamberlerin öldürülmesidir.
       Burada Allah’ın ayetlerini inkâr edenler ve peygamberlere hayat hakkı tanımayanlarla, adaleti emreden insanların canına kıyanların aynı kategoride değerlendirilmesi ve aynı cezaya çarptırılacak olması dikkate değerdir.

       22. İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa giden kimselerdir. Onların (azaplarına mâni olacak) hiçbir yardımcıları da yoktur.
       23. Kendilerine Kitap (Tevrat)tan bir pay verilen (Yahudi)leri görmüyor musun ki, aralarında hüküm vermesi için

       Allah’ın Kitabına çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir kısmı (Tevrat’ın hükmüne) yüz çevirerek dönüp gidiyor.
Aralarında ihtilaf mevzuu olan bir grup Medineli Yahudi, Hz. Muhammed’in hakemliğine müracaat etmişlerdi. Peygamber Efendimiz, münakaşa konusu olan sorunun çözümü için Tevrat’ın tahrif edilmeyen hükümlerinin hakemliğini önermişti. Onlar bu daveti kabul ederek verilecek olan karara saygı duyacaklarını söylemişlerdi. Ancak verilen karar hoşlarına gitmeyince Tevrat’ın hükmünü de tanımayarak aslında kendi inançlarında bile ne kadar samimiyetsiz olduklarını gösterdiler.

       24. Çünkü onlar: “Ateş bize (hafifletilmiş olarak) sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacaktır” demişlerdi. Onların vaktiyle uydurdukları bu iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanıltmıştır. Bkz. 2/80 ve dipnotu.

       25. Bakalım, o geleceğinde hiç şüphe olmayan gün için kendilerini bir araya topladığımız ve hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese (dünyada) kazandığının karşılığı tamamen ödendiği vakit, onların hali ne olacak?
       26. De ki: “Ey mülkün sahibi ve tasarruf yetkisini elinde tutan Allah’ım! Sen mülkünden dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü alırsın; dilediğini (faydalı çalışmalarıyla) yüceltirsin, dilediğini (de kötü niyet ve eylemlerinden dolayı) alçaltırsın. (İmkân, mal ve nimet gibi) bütün iyilikler Senin elindedir. Doğrusu Sen, istediğini yapmaya güç yetirensin.”
       27. “Geceyi uzatırsın, gündüzün bir kısmı gece olur. Gündüzü uzatırsın, gecenin bir kısmı gündüz olur. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğini de (hiç umulmadık imkanlarla) hesapsız rızıklandırırsın.”
       28. Mü’minler, inananları bırakıp da (Allah’ tan gelen hakikatleri inkâr eden ya da onları alay konusu yapan) kâfirleri evliya (yandaş, koruyucu, yardımcı) edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah’la irtibatını koparmış olur, O’nun yanında hiçbir değeri kalmaz. Ancak kendinizi onlardan (gelebilecek olan bir tehlikeye karşı) korumak için (dostça görünmenizde) bir sakınca yoktur. Allah, kendisine karşı dikkatli olmanızı emrediyor. (Unutmayın ki) dönüş yalnız Allah’a olacaktır. Bkz. 4/139, 144, 5/51, 57, 9/23, 19/81, 29/25, 58/22, 60/1

       Ayette yer alan “evliya” kelimesi “veli” sözcüğünün çoğuludur. “Veli” sözcüğüne klasik tefsirciler genelde “dost” manası vermişlerdir. Oysa Kur’an’da geçtiği yerlerin çoğunda siyasi anlamda yönetmeyi, korumayı, desteklemeyi, gözetmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Bakara suresi 257. ayette “Allah müminlerin velisidir” ifadesi; “Allah onların koruyucusudur, yardımcısıdır, destekleyicisidir” demektedir. Âraf suresi 3. ayette de “Rabbinizden size ne indirildiyse ona uyun, ondan başkalarını veli edinip onlara uymayın” buyruluyor. Yani “hayatınızı değiştirecek, daha güvenli, huzurlu yaşamanız için size yardımcı olacak, sizi kötülüklerden koruyarak güzelliklerle destekleyecek olan Allah’ın gönderdiği öğretilere uyun, onlardan yani öğretilerden başkası sizin için belirleyici olmasın” demek isteniyor.
       İnsanların ekonomik, siyasi, iletişim ve sosyal açılardan birbirine yakınlaştığı ve bu yakınlığın her geçen gün daha da kuvvetlendiği bir dünyada dini, ırkı, düşüncesi ve siyasi yapısı ne olursa olsun insanların birbirinden uzak yaşaması mümkün değildir. Hele 21. Yüzyılın internet, teknoloji ve iletişim çağı olması hasebiyle dünya artık küresel bir köye dönüşmüştür. Bu köyde yaşayan insanların olup bitenlere ilgisiz kalması, problemlere duyarsız davranması, her koyun kendi bacağından asılır demesi mümkün değildir. Ticari anlaşmalar ya da İslam’ı anlatmak ve İslami yaşantıyı göstermek için kurulan diyaloglar ve komşuluk ilişkileri ayette geçem “evliya” kapsamının dışındadır. Mümtehine sûresinin 60/9-10. âyetlerine bakıldığında konu daha iyi anlaşılacaktır.

       29. De ki: “Kalplerinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olanları da bilir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.”
       30. Herkes, yaptığı iyilik ve kötülükleri karşısında hazır bulacağı günde, kötülükleri ile kendisi arasında uzak bir mesafe bulunmasını ister. Yine Allah, kendisine karşı (gelmemeniz konusunda) dikkatli olmanızı size öğütler. Allah, kullarına karşı çok şefkatlidir.
       31. De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Bkz. 5/54

       Âyette geçen “Allah’ı seviyorsanız” ifadesi, imanın sevgiye dönüşmesi ve sevginin üzerinde inşa edilen kulluğun tekâmül etmesi bakımından dikkate alınması gereken önemli bir mesajdır. Çünkü Allah’a giden yol kalpteki sevgiden geçer. Sevginin olmadığı kalpte Allah olmaz. Bakara sûresinin 165. âyetinde “İnananların Allah sevgisi her şeyin üstündedir” buyrulmaktadır. Allah sevgisi bir kalbe yerleşmiş ve o kalbi sevgi mekânı edinmiş ise, o kalp tamamıyla şeytana ve şeytani eylemlere kapalı olur. Ayrıca sevgide vazgeçmek ve son olmadığı gibi; kırmak, karşı gelmek, yan çizmek, aldatmak, ikiyüzlülük de yoktur. Allah’ı seven bir insan, kalbindeki Allah sevgisini çıkarıp onun yerine dünya sevgisini yerleştiremez. Allah’a karşı gelemez ve O’na karşı asla ikiyüzlü olamaz. O’ndan ayrı ve O’nun düzeninden bağımsız bir çizgide hayatını devam ettiremez.

       32. De ki: “(Hayatın her safhasında) Allah’a ve (O’nun mesajlarını hayata geçiren) Resûl’e itaat edin!” Eğer (Allah’a ve elçisine rağmen gerçeklerden) yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah hakikati inkâr edenleri sevmez.

       Bu ve bunun gibi daha birçok âyette Allah’a ve Resulü’ne itaat emrediliyor. Ancak bu âyetleri dinin iki kurucusu ya da Allah’ın ortağı varmış gibi anlamamak gerekir. Din yalnızca Allah’ındır. Hz. Peygamber şari değil müteşerridir yani şeriat koyucu, yasa koyucu değil; Allah tarafından konan şeriati, yasaları uygulayandır. Haşr suresi 59/7 ayetinde “Resûl size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırırsa ondan da uzaklaşın” cümlesini alarak Allah’ın resulünü hüküm koyucu olarak görmek doğru olmaz. Çünkü bu ayetin üst kısmında ganimetlerin nasıl ve kimlere paylaştırılacağı anlatılıyor ve bu konuda Hz. Peygambere yetki verildiği ifade ediliyor, yoksa peygambere tek başına hüküm koyma yetkisi verilmiyor.
       Hz. Peygamberin vazifesi tebliğdir, dinde hüküm koymak değildir. Resûl’e itaati bu minvalde anlamak gerekiyor. “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler geldi. O ölse veya öldürülse, gerisin geri mi döneceksiniz?” (Al-i İmran 3/144) “Ey Nebi! Eşlerinden herhangi birini memnun etmek için neden Allah’ın sana helal kıldığı bazı şeyleri kendine haram kılıyorsun. (Tahrim 66/1) Bu konuyu daha iyi anlamak için Nisa suresi 4/64 ve 65. ayetlere bakmak faydalı olacaktır.

       33. Muhakkak ki Allah, (ortaya koydukları faydalı çalışmalarından dolayı) Âdem’i, Nuh’u ve İbrahim hanedanı ile İmran soyunu (İmran kızı Meryem ve İsa’yı) seçerek âlemler üzerinde bir konuma çıkardı.

       Burada adı geçen İmrân, Hz. Meryem’in babasıdır yani Hz. İsa’nın anne tarafından dedesidir. Hz. Mûsâ’nın ve Hz. Harun’un babalarının adı da İmrân’dı ki, burada kastedilen o değildir. “Âl”kelimesi “yakınlıkta ve gidilen yolda herhangi bir insana mensup olan kimseler” için kullanılır. Âl-i İbrâhim, “İbrahim peygamberin yolundan gidenler” demektir. “(Allah, İbrahim’e) Ben seni insanlara (din işlerinde sana uysunlar diye) imam/önder kılacağım” buyurmuştu. İbrahim de: “Benim neslimden de (önderler yap ya Rabbi!) deyince (Allah: Bu vaadim mü’minler için geçerlidir.) “Zalimler Benim ahdime erişemez” (Bakara 2/124) ayetin hükmü gereğince ilahi ahdin içine aldığı kimseler zalimlerin dışındaki mü’minlerdir.

       34. Bunlar birbirlerinin soylarından gelen tek bir nesildir. Allah, (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir.
       35. Hani İmran’ın karısı (Hz. İsa’nın anneannesi) şöyle demişti: “Ey Rabbim! Karnımdaki (çocuğu) senin hizmetine adayacağıma söz veriyorum. Benden bunu kabul buyur. Şüphesiz Sen, her şeyi işiten ve her şeyi bilensin!”
       36. İmran’ın karısı onu doğurduğunda (Allah onun ne doğurduğunu bilmesine rağmen): “Ey Rabbim, onu kız doğurdum (fakat erkek çocuğu umuyordum. Çünkü) erkek, kız gibi (korunmaya muhtaç) değildir. Bununla beraber, ben onun adını (Allah’ın kulu anlamına gelen) Meryem koydum. İşte ben onu ve zürriyetini (neslinden gelenleri) lanetlenmiş şeytanın şerrine karşı Sana emanet ediyorum” dedi.
       37. Bunun üzerine Rabbi, Meryem’i güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu nadide bir çiçek gibi yetiştirdi. (Eniştesi) Zekeriya’yı da (çekilen kura sonucunda) ondan sorumlu kıldı. Zekeriya, Meryem’in bulunduğu bölmeye her girişinde, orada bir rızık bulur, “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?” diye sorardı. O da: “Bu, (rızıkları yaratan ve bana ulaşmasını sağlayan) Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.
       38. Orada Zekeriya Rabbine dua etti ve dedi ki: “Ya Rabbi! Bana katından tertemiz bir soy armağan et. Şüphesiz Sen duaları hakkıyla işitensin.”
       39. Bunun üzerine Zekeriya mihrapta namaz kılarken melekler ona seslendi: “(Ey Zekeriya! Allah sana, (şu ihtiyarlık çağında) kendi katından bir sözün gerçekliğini doğrulayacak, insanlar arasında seçkin bir yere sahip olacak, tam bir iffet sahibi, dürüst ve erdemli bir nebî olacak olan Yahya’yı müjdeliyor.” Bkz. 6/85, 19/7

       Zekeriya Peygamber Hz. Meryem’in teyzesinin kocası idi. Hz. Meryem’in Beyt-i Makdis’te sorumluluğunu üstlenmişti. Meryem’e tahsis edilen oda Kur’an’da “Çilehane” anlamına gelen “Mihrab” olarak isimlendirilmiştir. Âyette geçen “Mihrab” kelimesi çilehane anlamındaki odadır.
       Kur’an’da, ismini Allah’ın koyduğu tek peygamber Hz. Yahya’dır. Zekeriya Peygamber ve eşi, çocuksuz bir aileydiler. Zekeriya, kendisi vefat ettikten sonra yerine, akrabalarının geçmesinden endişeleniyordu. Süleyman Mâbedi’nde İsrailoğullarının dînî şûrâsının başkanı idi. Gelirini temin etmek için marangozluk yapardı. Aynı zamanda kendisini Süleyman Mâbedi’nin (Beytü’l-Makdis) bakımına ve maddî-mânevî hizmetine adamıştı. Bu yüzden, kendisine bir evlat bahşetmesi için Allah’a dua etti. Duasının kabul edildiği kendisine haber verildi. Dünya’ya gelecek olan çocuğuna, daha önce kimseye verilmemiş olan Yahya ismini vermesi emredildi. Yahya’ya küçük yaşta hikmet verildi. O, çocukluğundan itibaren anne babasına saygılı, yumuşak kalpli, Allah’a derin saygılı, hayır işlerinde yarışan bir insan oldu.

       40. Zekeriya ise: “Ey Rabbim! Yaşlılık beni yakalamışken ve karım da çocuktan kesilmişken benim nasıl bir oğlum olabilir?” dedi. O da: “Öyledir ama Allah dilediğini yapar” buyurdu.
       41. Zekeriya: “Ey Rabbim! Bana (çocuğumun olacağına dair) bir işaret göster!” dedi. (Allah) buyurdu ki: “İşaretin şudur; (hasta olmamana rağmen) üç gün boyunca insanlarla işaretleşmek dışında konuşma! Rabbini hiç durmadan an ve gece gündüz O’nu tesbih et!”
       42. Hani melekler (Meryem’e) şöyle demişti: “Ey Meryem, Allah seni seçti, arındırdı ve bütün dünya kadınlarından seçkin kıldı.”
       43. “Ey Meryem! Rabbine huşu ile gönülden bağlan ve Onun huzurunda secdeye kapan ve Rablerinin huzurunda saygıyla eğilen diğer mü’minlerle birlikte sen de saygıyla eğil!
       44. (Ey Muhammed!) Sana vahyettiğimiz (bu kıssalar), gaybın (görmediğin ve yaşamadığın devrin) haberlerindendir. Zira hangisinin Meryem’in hamisi olacağını kura ile belirlediklerinde sen onlarla birlikte değildin ve onlar tartışırken de sen yanlarında yoktun.

       İslam öncesi Araplarca uygulanan, kör oklarla fal açmaya benzer eski bir Sami âdeti vardı. Bu âdette yazı yazmada kullanılan kamışlar suya atılırdı. Kimin kalemi suyun üzerine çıkarsa o kazanırdı. Hz. Meryem’i himaye konusunda İsrailoğulları, Tevrat’ı yazmakta kullandıkları kamışlarını (kalemlerini) nehre atmak suretiyle kura çekmişlerdi. Çekilen kurada hangisinin kalemi su yüzüne çıkarsa Meryem’i o himayesine alacaktı.

       45. Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah sana, kendinden bir sözü, adı Meryem oğlu İsa olan Mesihi, dünya ve âhirette şerefli ve Allah’a yakın kılınanlardan olarak müjdeliyor.”

       “Mesih” formu, İbranice “mahsiah”tan türetilmiş olan Aramicedeki “meşiha”nın Arapçalaştırılmış şeklidir. Aslı “Meşih”tir. “Beğenilen, bereketli ve mübarek” anlamlarına gelen ve İbrani kralları için Kitab-ı Mukaddes’te çok sık kullanılan “Mesih”, Hz. İsa’nın bir lakabıdır.
       Ayetteki “Ey Meryem” ifadesi hem erkeklerin egemen olduğu Roma kültürünü reddediyor hem de Hıristiyanların İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu iddiasını çürütüyor.

       46. Ve o, “Hem beşikte iken hem de yetişkin bir adam olarak insanlarla konuşacak, dürüst ve erdemli kişilerden olacak.”
       47. Meryem: “Ya Rabbi! Bana hiçbir erkek dokunmadığı halde nasıl çocuğum olur?” dedi. (Allah şöyle) buyurdu: “Öyle de olsa Allah dilediğini yaratır. O, bir işin olmasını dilediği zaman ona sadece ‘Ol’ der ve o da hemen oluş sürecine girer.” Bkz. 3/59, 6/73, 16/40, 19/35, 36/82, 40/68
       48. (Melekler İsa ile ilgili sözlerine devam ederek:) “Allah ona hem kitabı (okuma-yazmayı) hem hikmeti hem de Tevrat’ı ve İncil’i öğretecektir.”
       49. Ve onu İsrailoğullarına resul olarak gönderecek. Onlara diyecek ki: “Ben, size Rabbinizden bir mucize ile geldim ki, size çamurdan kuş biçiminde bir yaratık yaparım, içine üflerim, (o da) Allah’ın izniyle bir kuş olur. Yine Allah’ın izniyle, körlere ve cüzamlılara dua ederek şifa bulmalarını sağlarım, manen ölmüş olanlara hayat veririm ve size evlerinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi haber veririm. Eğer (Allah’a) iman edenlerdenseniz, şüphesiz bunda size (benim peygamberliğimi gösteren) kesin bir delil vardır.”

       Âyette geçen “uhyi’l-mevtâ” ifadesini, gerçek ölüyü diriltmek olarak değil de manen ölmüş olanı ihya etmek, diriltmek olarak yorumlamak daha doğru olur. Hz. İsa’nın “ölüleri yeniden hayata döndürmesi”, ruhen ölmüş olan topluma yeniden hayat verişinin mecazi ifadesidir. Nitekim “ehyâ” kelimesi Enfâl 8/24. âyetinde mecazi anlamda hayat vermek olarak kullanılmıştır. “Ey inananlar! Sizi, size hayat verecek olana (Kur’an’a) çağırdığında Allah’a da Resule de icabet edin!” Burada “hayat veren” ifadesi Kur’an için kullanılmıştır ki Kur’an’ın bedenen ölen bir insanı diriltmesi düşünülemez. Ayrıca En’am, 6/122 âyetine bakıldığında da “ehyâ” kelimesinin mecazi anlamda hayat vermek olarak kullanıldığı görülecektir. “Manen ölü iken yani imandan mahrum durumdayken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık tuttuğumuz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir.’’

       50. “(Ve Ben) benden önce indirilmiş olan Tevrat’tan (tahrif olan kısımlarını düzelterek) doğrulamak, (ve bir zamanlar) size haram kılınan (içyağı ve deve eti gibi) bazı şeyleri (tekrar) helal kılmak için geldim ve Rabbiniz tarafından size apaçık deliller ve mucizeler getirdim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana uyun!”
       51. “Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Onun için hep O’na kulluk edin! İşte doğru yol budur.”
       52. İsa onlardaki inkârcı ve inatçı tavrı sezince (etrafındaki mü’minlere): “Allah’ın dini için (zalimlere karşı başlattığım mücadelede) yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler: “Biziz Allah’ın dininin (ve elçisinin) yardımcıları. Allah’a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak Müslümanlarız/tüm benliğimizle Allah’a teslim olmuş kimseleriz.” dediler. Bkz. 5/113

       “Havari” kelimesi, “yardımcı, arkadaş, dost” anlamlarına gelmektedir. Havariler, Hz. İsa’ya ve onun Allah’tan getirdiği dinin yayılması için yardım etmeyi ve zalimlere karşı başlatılan mücadeleye ortak olmayı taahhüt eden sahabelerdir. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği ilahi hükümleri yaymayı vazife edinen on iki kişiden her birine “havari” denir.
       “Yardımcılar” manasına gelen “nasara” kelimesi ise, kendilerini Allah’ın yardımcıları olarak gören Hristiyanlar için kullanılmıştır. Hz. Muhammed’e ve onun davasına yardım eden Medineli Müslümanlara nasıl ki “Ensar” denmiş ise, Hz. İsa’ya ve onun dinine yardımcı olan Hristiyanlara da “Nasara” denmiştir. Allah, Kur’an’da Hristiyanlardan bahsederken 14 yerde “Nasara” ifadesini kullanmıştır.

       53. Havariler: “Ey Rabbimiz! İndirdiğin kitaba iman ettik, Resûle uyduk. Sen de bizi (dini yaşamak ve zulme karşı çıkmak konusunda) örnek olan kullarınla beraber yaz” diye dua etti.
       54. (Şeytani düzenlerinin yıkılacağını gören inkârcılar Hz. İsa’yı öldürmek için) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak kuranların karşılığını en iyi verendir.
       55. O vakit Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! (Korkma! Zalimlerin seni öldürmelerine asla izin vermeyeceğim) senin hayatına son verecek olan benim (onlar değil). Seni kendi katıma yükselteceğim. Seni küfredenlerden (kurtarıp) temizleyeceğim ve sana uyanları da kıyamete kadar küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca Bana olacak. İşte o zaman dünyada iken hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz her konuda aranızda nihai hükmü Ben vereceğim.” Bkz. 4/157-158

       Âyette geçen: “Senin hayatına son verecek olan Benim” ifadesi, Hz. İsa’nın yaşamını sonlandırma yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu vurgulamaktadır. En’am, 6/60. ve Zümer, 39/42. âyetlerde de aynı ifadeyi görmekteyiz. Buradan aynı zamanda şunu da anlıyoruz ki; kim nerede ve hangi sebeple ölürse ölsün ister corona’dan ister veremden ister kanserden ister kazadan ister tayfundan, isterse herhangi bir felaketten insanın yaşamına son veren Allah’tır. Allah’ın takdir ettiği ömrü tamamlamış olan kişi ne yapılırsa yapılsın kurtarılamaz ve hayata döndürülemez ama ömrünü tamamlamamış olan kişi de ne olursa olsun ölmez ve hiçbir şekilde o kişinin hayatına son verilemez, bir sebeple hayatına devam eder, ta ki Allah’ın takdir ettiği ecel gelene kadar. (Nahl 16/61)
       “Seni kendi katıma yükselteceğim” cümlesini ise, Hz. İsa’nın bedeniyle değil ruhuyla Allah’ın katına çıkacağı şeklinde yorumlamalıyız. Nitekim aynı ifade Nisa, 4/158’de “Doğrusu Allah onu kendisine yükseltti” şeklinde kullanılmıştır. Yükselen Hz. İsa’nın bedeni değil ruhudur. Ayrıca En’am, 6/83. ve Yusuf, 12/76. âyetlerinde “refea” kelimesi derecelerin yükseltilmesi ve ilahi ikrama nail olma anlamında da kullanılmıştır. Yani İsa’nın ruhu Allah’a ulaşırken aynı zamanda makamı da yükseltilmiştir. Aynı durum Hz. İdris için de söz konusudur. Meryem, 19/57’de “Onu yüce bir makama yükselttik” buyrulmuştur. Birçok müfessir bu ifade ile Hz. İsa’nın Hz. İdris gibi bedeniyle göklere çıkarıldığını iddia etmiş olsa da Nisa 4/158 ve Zuhruf 43/61-62 ve benze ayetlerde görüldüğü gibi Hz. İsa vefat etmiş ve tüm vefat eden diğer kimselerin ruhları gibi onun ruhu da Allah’a ulaşmıştır.

       56. “İnkârcılar (ve zulmedenler) var ya; işte onları hem dünyada hem de âhirette şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların hiçbir yardımcıları da olamayacaktır.”
       57. “İnanıp erdemli bir hayat sürenlere gelince; Allah onların ödüllerini tam olarak verecektir. Allah haddi aşanları sevmez.”
       58. (Ey Resul!) Biz bunları hakikati tüm aydınlığıyla ortaya koyan ilahi ayetler ve hikmetli öğütler olarak sana vahiy yoluyla (Kur’an’dan) okuyup (öğretiyoruz).
       59. Muhakkak ki İsa’nın babasız dünyaya geliş durumu, Allah katında Âdem’in durumu gibidir. Allah, Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona “ol” dedi. O da oluverdi. Bkz. 3/47, 6/73, 16/40, 36/82, 40/68
       60. (İsa hakkında sana verilen) bu haber Rabbinden gelen bir gerçektir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma!
       61. Sana (İsa’nın Allah’ın kulu ve resulü olduğuna dair) bilgi geldikten sonra, bu hususta seninle kim tartışmaya kalkacak olursa, de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım ve bir araya getirelim. Sonra gönülden dua ederek Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üzerine havale edelim.”

       Bu âyet, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia eden Necran Hristiyanlarından bir heyet ile Hz. Peygamber arasındaki bir tartışmayı sonlandırmak için nazil olmuştur. Hz. Peygamber, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu iddiasında ısrarlı olan Necranlıları lânetleşmeye çağırıyor. Buna mübahele denir. Kim yalan söylüyorsa Allah’ın lanetinin üzerine olmasını dilemek demektir.

       62. İşte (İsa’nın da diğer insanlar gibi öldüğü konusundaki), işin hakikati budur. (İsa ne Allah’tır ne de Allah’ın oğlu). Çünkü Allah’tan başka ilah yoktur, sonsuz kudret ve hikmet sahibi yalnız O’dur.
       63. Şayet (Allah’ın birliğine inanmaktan) yüz çevirirlerse; şüphesiz ki Allah, fesat çıkaranları bilendir (ve hak ettikleri cezayı verendir).
       64. De ki: “Ey Ehli-i Kitab (Yahudiler ve Hristiyanlar)! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin. Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ki Allah’la beraber kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, (iman edenler olarak onlara) deyin ki: “Şahit olun/bilin ki bizler gerçek Müslümanlarız.”

       Hz. Peygamber’in, Ehl-i Kitaba yaptığı “birlikte yalnız Allah’a ibadet ve kulluk” davetinde egonun en küçük bir izine rastlamak mümkün değildir ve bu aynı zamanda bütün peygamberlerin yaptığı gibi çok insaflı ve objektif bir çağrıdır. Bu çağrıda şirki dışlamak ve sadece Allah’a kulluk ve O’nun hayat prensiplerine göre yaşamak vardır. Hangi makam ve mevkide olursa olsun; ister ilk yaratılan kişi ve peygamber Hz. Âdem olsun ister Hz. İsa, Hz. Musa olsun isterse bütün âlemlere rahmetin bir vesilesi olarak gönderilen son peygamber Hz. Muhammed olsun bütün insanlar Allah’ın kuludur.

       65. Ey Kitap Ehli! “Neden İbrahim hakkında (O bir Yahudi miydi yoksa bir Hıristiyan mıydı diye) tartışıp duruyorsunuz? Oysa Tevrat da İncil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?”
       66. İşte siz böyle kimselersiniz! Diyelim ki biraz bilgi sahibi olduğunuz şey hakkında tartıştınız. Ya hiçbir bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Oysaki (her şeyi) Allah bilir, siz bilemezsiniz.
       67. İbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyan. Fakat o, Allah’ı tanıyan dosdoğru bir Müslümandı. Müşriklerden de değildi.
Bkz. 2/134

       Yahudiler, İbrahim Peygamber’in Yahudi olduğunu ve kendilerinin onun dinine bağlı bulunduğunu iddia ediyorlardı. Hristiyanlar da Yahudilerden farklı olarak İbrahim Peygamber’in kendilerinden bir Hristiyan olduğunu iddia ediyorlardı. Oysa Yahudilik Tevrat’ın, Hıristiyanlık ise İncil’in gönderilmesinden sonra, zamanla değiştirilip bu günkü biçimini almıştı. Bu âyette her iki tarafın da yanlış düşündüğü ve İbrahim Peygamber’in bu kitaplar indirilmeden çok önceleri yaşamış dosdoğru bir Müslüman olduğu anlatılmaktadır.

       68. Gerçekten insanların İbrahim’e en yakın olanı, elbette (zamanında) ona uymuş olanlar ile (onun tebliğ ettiği tevhid inancını yeniden canlandıran) bu Nebî (Muhammed) ve ona iman edenlerdir. Allah da inananların yardımcısı ve koruyucusudur.

       Hz. İbrahim’e yakın olmak; onun gittiği sırat-ı müstakim’den gitmek, onun gibi şeksiz ve katıksız imana sahip olmak, Rabbe gönülden teslim olmak, onun sünnetini esas alarak Allah’ın rızası istikametinde yaşamak, aynı temel iman esaslarıyla aynı yolda buluşmaktır.

       69. Kitap ehlinden bir grup sizi saptırmak (ve kendi dinlerine çevirmek) isterler. Oysa onlar ancak kendilerini saptırırlar da farkına varamazlar.
       70. Ey Kitap ehli! Hakkı (gerçeği) bizzat bildiğiniz halde, Allah’ın mesajlarını ne diye inkâr ediyorsunuz?
       71. Ey Kitap ehli! Niçin hiçbir dayanağı olmayan batıl iddialarınızla (batılı hak diye gösteriyor) ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz? Bkz. 2/42

       Yahudilerin kitaplarında geleceği yazılı olan Hz. İsa’yı reddedip öldürmeye çalışmaları ve hem İncil’de hem de Tevrat’ta geleceği belirtilen Hz. Muhammed’i kabul etmemelerinin yanlışlığı ifade edilmektedir.

       72. Kitap ehlinden bir grup (kendilerinden olan diğerlerine) dediler ki: “İman edenlere indirilen Kur’an’a günün evvelinde inanın, günün sonunda ise (bir bahane uydurarak) inkâr edin. Belki (şüpheye düşerler de) onlar da (dinlerinden) dönerler.”

       Yahudilerden bir kısmı, inananları Kur’an konusunda şüpheye düşürmek için böyle bir taktik geliştirdiler. Allah, bu âyetle onların bu planını açığa çıkarıyor ve inananları daha dikkatli olmak konusunda uyarıyordu.

       73. Ve (Ehl-i Kitab:) “Sizin dininize uyandan başkasına inanmayın, (dediler)!”. (Ey Resulüm!) De ki: “Muhakkak ki hidayet, Allah’ın dosdoğru yoludur. Size verilenin bir benzeri birine (İslam peygamberine) veriliyor ya da Rabbinizin katında onlar (mü’minler) size karşı deliller getiriyorlar diye mi (böyle söylüyorsunuz)?” De ki: “Lütuf ve ihsan, Allah’ın elindedir. Onu dilediğine bağışlar. Çünkü Allah lütfu ve ihsanı bol olandır, her şeyi hakkıyla bilendir.”
       74. O, rahmetini (peygamberliği/kitabı) dilediğine has kılar. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.

       Ayette geçen “rahmet” kelimesi “peygamberliği” ifade eder. Bütün peygamberler rahmetin vesilesi olarak görevlendirildikleri için rahmet olarak değerlendirilirler. Nitekim Enbiya, 21/107’de peygamberimize yapılan hitap da bunu doğrulamaktadır. Burada ehli kitaptan olmayan birisine peygamberliğin verilmesini hazmedemeyen kitap ehline bir cevap vardır. Peygamber olmak için belli bir soydan gelmek, belli eğitimden geçmek, bazı şeyleri bilmek, varlıklı olmak gerekmiyor. Allah kimi uygun görüyorsa ona peygamberlik veriyor.

       75. Kitap ehli arasında öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine çökmedikçe onu sana iade etmez. Bu da onların, “Ümmîlere (Kitap ehli olmayanlara, zayıf ve bilgisizlere) karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur” demelerinden dolayıdır. Onlar (bile bile), Allah hakkında yalan uydururlar. Bkz. 7/158 ve “Ümmi” ifadesi ile ilgili dipnotu.
       76. Hayır! (Gerçek, onların dediği gibi değil.) Kim sözünü yerine getirir ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, şüphesiz ki Allah, sakınanları sever.
       77. Allah’a verdikleri sözü ve ettikleri yeminleri basit bir menfaat karşılığında satanlar (var ya), işte onlar, âhiretin nimetlerinden asla nasiplenemeyeceklerdir. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak ve onları (günahlarından) temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem verici bir azap vardır.
       78. Onlardan bir grup vardır ki, Kitap’tan olmadığı hâlde Kitap’tan sanasınız diye (okudukları metinleri ayetler arasına karıştırarak) Kitap’tanmış gibi dillerini eğip bükerler ve: “Bu, Allah katındandır” derler. Hâlbuki o, Allah katından değildir. Bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.

       Kitap ehlinin bir kısmına yapılan bu gönderme, aslında Kur’an’a inandığı halde ondaki ilahi öğretilerin hükümlerini gelenekçi anlayışın gölgesine bırakarak hurafelerle örten ya da karıştıran Müslümanları da ihtiva etmektedir. Nitekim Kur’an’da hiçbir karşılığı bulunmadığı halde Allah adına uydurulanları dinin aslında varmış gibi gösteren, Müslüman kimliğinin Kur’an’la gelişmesine, inanç alanının hurafe ve bidatlerden arındırılarak dinin özüne dönülmesine karşı çıkan birtakım sözde Müslümanlar da maalesef bulunmaktadır.

       79. Allah’ın kendisine kitap, hikmet ve nebîlik verdiği hiçbir insanın kalkıp da insanlara: “Allah’ın yanı sıra bana da kulluk edin!” demesi düşünülemez. Aksine, (onlara şöyle öğüt verir: “İnsanlar arasında) öğretmekte olduğunuz ve bilgisini yaydığınız Kitab’ın gerektirdiği gibi Rabbe bağlı kullar olun (O’nun koyduğu hayat prensipleriyle terbiye olun)!”

       Bu âyet, Hz. İsa’nın tanrı olduğunu iddia eden Hristiyanlara bir cevap niteliğindedir. Hz. İsa’nın diğer peygamberler gibi Allah’ın kulu ve resulü olduğu gerek İncil’in aslında ve gerekse Kur’an’ın muhtelif yerlerinde anlatılmaktadır.
“Rabbani” ifadesi; Allah’ın kitabının tedrisinden geçerek ondaki öğütlerle tam terbiye olmuş ve bu olgunlukla insanların terbiyesine hayatlarını adamış kişiler için kullanılmıştır.

       80. Onun size: “Melekleri ve nebileri ilâhlar edinin.” diye emretmesi de düşünülemez. Siz Müslüman olduktan sonra, o size hiç inkârı emreder mi?
       81. Allah, (elçilik görevi verirken) nebilerden şöyle söz almıştı: “Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olan (kitapları) tasdik eden bir resul geldiğinde muhakkak ona inanacak ve kendisini muhakkak destekleyeceksiniz (ayrıca bu görevi ümmetlerinize de yükleyeceksiniz). Kabul ettiniz mi; bu ağır görevi yüklendiniz mi?” buyurduğunda, onlar da: “Kabul ettik” dediler. (Allah) şöyle buyurdu: “Öyle ise birbirinize şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim.”
       82. Artık bundan sonra kim (bu sözleşme-nin gereğini yerine getirmez de verdiği sözden) dönerse, işte onlar yoldan çıkan (fâsıklar)dır.
       83. Göklerde ve yerde kim varsa, hepsi isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğmişken ve O’na döndürülüp götürülecekken, onlar kalkıp Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar?

       Daha önce farklı zamanlarda, değişik toplumlara gelen ilahi kitaplar ya yok edilmiş ya da değiştirilmişti. Tahrif edilen bu kitapların olması, olmamasından çok daha kötüydü. Çünkü Allah’ın göndermediği mesajlar O’na isnat ediliyordu. İşte böylesi bir zamanda Kur’an insanların imdadına yetişmiş ve bu karışıklığı ortadan kaldırmıştı. Zira Kur’an, bir yönüyle kendinden önceki diğer ilahi kitaplardaki sosyal ve ahlaki ilkeleri yeniden ve daha kapsamlı bir şekilde ele alırken, diğer yönüyle de kendisinden sonra bir kitap gelmeyeceği için kıyamete kadar cereyan edecek hadiselere de cevaplar barındıran bir muhtevaya sahiptir.

       84. De ki: “Biz Allah’a iman ettik. Bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Rableri tarafından Musa’ya, İsa’ya ve nebilere gönderilene inandık. Nebiler arasında hiçbir ayırım yapmayız. Biz yalnız Allah’a teslim oluruz.” Bkz. 2/136, 253, 285, 17/55 ve dipnotu

       Temel inanışa göre peygamberlere dört büyük kitap, 100 suhuf (sahifeler) gönderilmiştir. Hz. Musa’ya Tevrat, Hz. Davud’a Zebûr, Hz. İsa’ya İncil ve Hz. Muhammed’e Kur’an indirilmiştir. Sayfalar anlamına gelen “suhuf”, Peygamberlerden bazılarına verilen küçük kitapçıklara, risalelere denir. Hz. Âdem’e 10, Hz. Şît’e 50, Hz. İdris’e 30 ve Hz. İbrahim’e 10 suhuf verildiği söylenir. Oysa bu ayette Hz. İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına da indirilen vahiyden bahsediliyor. Demek ki; Allah’ın peygamberlik verdiği bütün elçileri vahye muhatap olmuştur.

       85. Kim İslam’dan başka bir din ararsa, bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette kaybedenlerden olacaktır.

       Yani bütün peygamberlerin insanlığa getirdiği barış ve esenliğin kaynağı olan ve insan fıtratına göre prensipler koyan İslam’ın mükemmel hayat tarzından başka bir arayış içerisinde olursa, bu ondan asla kabul edilmeyecektir. Ya da her kim kişisel çıkarları ve ihtirasları için daha önce Yahudi ve Hristiyanların yaptığı gibi İslam’ın bazı hükümlerini gereksiz sayarak veya yetersiz görerek ya da yumuşatmaya kalkarak veya hurafelerle yozlaştırarak bozuk bir din ortaya koyarsa böyle bir din kendisinden asla kabul edilmeyecektir ve bunun sorumluları da âhirette zarara uğrayanlardan olacaktır.

       86. İman edip resulün hak olduğuna şahadet ettikten/inandıktan ve kendilerine açık belgeler geldikten sonra inkâr eden bir milleti Allah nasıl doğru yola/hidayete ulaştırır? Allah zalimler topluluğunu doğru yola ulaştırmaz.
       87. İşte onların cezası; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanlığın lanetine uğramaktır.

       Sözlükte “kovma, hayırdan uzaklaştırma, ilgiden, iyilikten yoksun bırakma” demek olan “lanet”, dini ıstılahta “Allah’ın dünyada rahmet ve yardımını kesmesi, ilgisini kaldırması, sevgiden mahrum etmesi, mağfiretini esirgemesi; âhirette ise farklı şekillerde cezalandırarak cennet nimetlerinden yoksun bırakması” demektir. Allah’ın dışındaki varlıkların laneti ise, genelde beddua anlamını taşımaktadır.

       88. Onlar ebedî olarak bu lanet ve azabın içinde kalacaklardır. Kendilerinden ne azap hafifletilecek ne de yüzlerine bakılacaktır.
       89. Ancak bunun ardından tevbe edip kendisini düzeltenler müstesnadır. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

       “Geri dönmek” ve “yönelmek “anlamlarına gelen “tevbe”, günah işledikten sonra pişmanlık duyarak aslına dönmeyi ve böylece nefsin istek ve arzularından ve şeytani dürtülerden uzaklaşarak Allah’a yönelmeyi ifade eder. Tevbe, insanın günahlarda ısrar etmemesi, yapılan yanlıştan/günahtan sonra hatasını anlayarak kalpten, samimi bir şekilde pişmanlık duyması ve bir daha aynı yanlışı yapmamak üzere Allah’tan af dilemesi demektir. Nitekim bu sûrenin 135. âyetinin son cümlesinde “Onlar, işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler” buyurulmaktadır. Bu bakımdan tevbe, ısrarın ve tekrarın olduğu yerde değil, pişmanlığın ve kararlılığın olduğu yerde geçerlidir.

       90. Şüphesiz iman ettikten sonra inkâr eden, sonra da inkârda ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların ta kendileridir. Bkz. 4/17-18

       İnsan, bin kere tevbesini bozsa da Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli. Ancak bu tevbeleri bozarken iman dairesi içinde olmalı. İnandıktan sonra inkâr etmek, inkâr ettikten sonra tekrar iman etmek gibi imanla küfür arasına bocalamamalıdır.

       91. Hakikati inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, (bunlar ahirette cehennem azabından kurtulmak için) fidye olarak dünya dolusu altın verseler de hiçbirinden asla kabul olunmayacaktır. İşte elem verici azap onlaradır ve onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
       92. Sevdiğiniz (kıymet verdiğiniz ve önemsediğiniz) şeylerden infak etmedikçe gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Hayır olarak her ne infak ederseniz Allah onu hakkıyla bilendir. Bkz. 2/168, 172, 5/88, 16/114

       İnfakta kalite ve fayda esastır. İşe yaramayan, stoklanacak yer bulamayan ya da çöpe atılmayı bekleyen şeylerle iyilik yapılmaz. Gerçek iyilik, sevilen, lazım olan ve değer verilen bir şeyi vererek başkasının işini ve ihtiyacını görmektir. Almak istemediğiniz bir şeyi vererek başkasına iyilik yapamazsınız. Kısaca iyilik, bütün güzel şeylerin tamamıdır ve hiçbir karşılık beklemeksizin bu güzelliklerin bir başkasıyla paylaşılmasıdır ya da ona aktarılmasıdır.

       93. Tevrat indirilmeden önce, İsrail’in (Yakup’un) kendisine haram kıldığı şeylerin dışında, yiyeceklerin hepsi İsrailoğullarına helal idi. De ki: “Eğer söylediklerinizde samimi iseniz, haydi Tevrat’ı getirip okuyun!” Bkz. 6/146

       Bazı Yahudilerin Hz. Peygamber’e; “Hem İbrahim’in dininden olduğunu söylüyorsun hem de deve eti yiyor ve deve sütü içiyorsun. Oysa İbrahim Peygamber deve eti yemez ve onun sütünden de içmezdi” demeleri üzerine, Allah bu âyetle Yahudilerin asılsız söylemlerine cevap veriyor.

       94. Artık bundan sonra (haram ve helal konusunda) kim Allah’a karşı yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
       95. Sen de ki: “(Helal ve haram konusunda) Allah doğru söylemiştir. O halde İslâm’a yönelerek İbrahim’in dinine uyun. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.”
       96. Doğrusu insanlar için (ibadet kastıyla) ilk kurulan ev (mabed), Bekke (Mekke)’deki âlemlere bir bereket ve hidayet kaynağı olan Kâbe’dir.

       Âyette geçen “Bekke” isminin Kâbe’nin bulunduğu “Mekke” şehri olduğu konusunda bütün tefsir otoriteleri hemfikirdir. Bazı eski Arapça lehçelerinde dudaktan çıkan “b” ve “m” harfleri, mahreç itibariyle birbirlerine çok yakın oldukları için bazen yer değiştirebiliyorlardı. Burada da aynı durum söz konusu olabilir.
       Kâbe, Mescid-i Aksa’nın yapımından yüzyıllarca önce, bizzat Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından inşa edilmiştir. “Dört köşe, küp şeklinde” anlamındaki “kâ’b” kökünden gelen “Kâ’be” “küp şeklinde yapı” demektir.

       97. Orada (Allah’ın kudret ve merhametini hatırlatan) apaçık deliller vardır, (ayrıca) orası İbrahim’in (namaz kılmayı adet edindiği) makamıdır (sizlere emanet ettiği ve şirkten temizlediği tevhid inancının sembolüdür). Oraya giren emniyette olur (huzur ve güven bulur). Oraya gitmeye gücü yeten herkesin (hac veya umre amacıyla) Kâbe’yi ziyaret etmesi Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken bir vecibedir. Kim inkâr ederse (sadece kendine zarar vermiş olur). Çünkü Allah bütün âlemlerden müstağnidir (kimseye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır).
       98. De ki: “Ey Kitap Ehli! Allah yaptıklarınızı görüp dururken, Allah’ın âyetlerini ne diye inkâr ediyorsunuz?”
       99. De ki: “Ey Kitap ehli! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın doğru yolunu eğri göstermeye yeltenerek inananları Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” Bkz. 2/109, 3/186, 4/44
       100. Ey inananlar! Eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat edecek olursanız, sizi imanınızdan sonra tekrar küfre döndürürler. Bkz. 2/120, 3/118-120, 149
       101. Allah’ın âyetleri size okunduğu ve O’nun resulü (örnek hayatıyla) aranızda olduğu halde nasıl olur da inkâr edersiniz? Kim Allah’a (gönülden bağlanarak, O’nun dinine) sımsıkı sarılırsa, dosdoğru yola ulaştırılmış olur.
       102. Ey inananlar! Derin ve katıksız bir imanla Allah’ın istediği şekilde yaşayın (O’nun koyduğu hayat sistemine karşı gelmekten ya da aykırı davranmaktan sakının)! O’na kendinizi yürekten teslim etmeden (hakiki Müslüman olmadan) ölmeyin!

       İnsanın yaratılış gayesi, Allah’ın öğretilerine tam teslimiyet göstererek öldükten sonraki hayat için mücadele vermektir. “O’na kendinizi yürekten teslim etmeden ölmeyin” vurgusu bunun içindir. Nitekim Teğabun suresi 64/17. ayetinde; “Gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı sorumlu davranın! Dinleyin ve itaat edin! Kendi iyiliğiniz için infak edin (emaneti sahibine teslim edin)! Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden kendini kurtarabilirse asıl kurtuluşa ve saadete erenler işte onlardır” buyrulmaktadır.

       103. Hep birlikte Allah’ın ipine (İslam’a/Kur’an’a) sımsıkı sarılın (hayatınızı ona göre düzenleyin) ve (İslam’la çelişen davranışlarınızla gruplara ayrılarak) birbirinizden kopmayın! Allah’ın üzerinizdeki (İslâm) nimetini düşünün ki, cahiliyet devrinde birbirinize düşmanlar iken O, sizin kalpleriniz arasında ülfet (yakınlık) meydana getirdi de O’nun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da oraya düşmekten sizi (Kur’an ile) O kurtardı. İşte Allah size âyetlerini böylece açıklıyor ki, doğru yola eresiniz. Bkz. 2/2, 5/16 ve dipnotu, 6/155, 10/57, 14/1

       Âyette geçen “hep birlikte” ifadesi, kolektif şuurla yaşamanın gerekliliğine bir işarettir. Allah’ın rızasını kazanma anlamında her Müslüman Hz. Peygamber’in öncülük ettiği dinin müntesibi ve onun getirdiği Kitab’ın muhatabı olarak tek bir vücut olmalı, yürekler hep aynı gaye için birlikte atmalıdır. Çünkü Allah Resulü tüm insanlığın peygamberidir. (A’râf, 7/158) ve o Peygamber’in tebliğ ettiği Kitap da aynıdır. O halde davranışlar da aynı hedefe yönelik olmalıdır. Nur sûresinin 24/31. âyetinde “hep birlikte tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!” buyrularak, tevbenin bile toplu yapıldığı takdirde kurtuluşa vesile olacağı vurgulanmaktadır.
       Hz. Muhammed’in risaletinden önce insanca yaşam neredeyse yok olmuş, sosyal hayat bütünüyle çürümeye yüz tutmuştu. Öyle ki; çok anlamsız ve gereksiz sebeplerle insanlar birbirlerini öldürüyor, mallarını yağmalıyor, evlerini yerle bir ediyordu. Evs ve Hazrec kabilelerinde olduğu gibi soylar arasında yıllarca süren ve binlerce insanın ölümüne, yetim veya dul kalmasına sebep olan savaşlar yaşanıyordu. İslam’ın yeniden insanların hayatına girmesiyle bütün bu hadiseler son bulmuş ve insanca yaşam yeniden filizlenmişti. Allah bu ayetle bir hatırlatma yaparak verilen nimetin kıymetinin bilinmesini istiyor.

       104. İçinizden, iyi ve yararlı olana davet eden, kötü ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk mutlaka bulunsun. Nihai kurtuluşa erişecek kimseler, işte bunlardır.
       105. (Ey inananlar!) Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın! İşte bunlar için büyük bir azap vardır.

       Yani, aynı ortak inanç kaynağından beslendikleri ve aynı manevi hakikatler temeline dayandıkları halde “Yahudi” ve “Hristiyan” olarak bölünen ve bu kimlikler altında değişik mezheplere ayrılan Kitâb-ı Mukaddes’in takipçileri gibi olmayın!
Kitab-ı Mukaddes, tahrif edilmiş şekilleriyle Tevrat, Zebur ve İnciller yanında, bazı peygamberlere atfedilen kitaplar, Pavlus’ un kitap ve mektuplarından oluşmuş kitaplar bütününe verilen addır.

       106. O gün bazı yüzler (ışıl ışıl parlayıp) ağarır, bazı yüzlerse (pişmanlık ve korkudan) kararır. Yüzleri kararanlara: “İnandıktan sonra inkâr mı ettiniz? İnkârınızdan (ve inadınızdan) dolayı azabı tadın bakalım!” denir. Bkz. 75/22-24
       107. Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmeti içindedir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
       108. İşte bunlar, Allah’ın âyetleridir. Onları sana, hakkı yerine getirmek için (vahiy yoluyla) okuyoruz. Allah hiçbir varlığın zulme uğramasını dilemez.
       109. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Ve bütün işler Allah’a döndürülür.
       110. Siz, insanlığın iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. (Çünkü siz) iyi ve doğru olanı emreder, kötü ve yanlış olandan (zulüm ve haksızlıktan) alıkoyarsınız ve (gerçekten) Allah’a inanırsınız. Ehl-i Kitab da inansaydı, elbette ki bu, kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinde iman edenler varsa da çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. Bkz. 3/104

       İnsanların iyiliği için hayırlı bir ümmet olarak ortaya çıkacak kişinin her şeyden önce güçlü bir imana, bu misyonun hakkını verebilecek vizyona, ruhi ve fikri olgunluğa, bilgi donanımına sahip olması gerekir. Hayırlı ümmet olmanın birtakım yükümlülükleri ve bunlardan kaynaklanan ciddi sorumlulukları vardır. İyiliği emretmek ve kötülüklerden sakındırmak sadece lafla olacak bir iş değildir. Tebliğde temsil esastır. İyiliği önerirken iyi olmak ve iyiliklerin yanında yer almak, kötülükten sakındırmak için kötü fiillerden uzak durmak, kötülerle ve kötülüklerle mücadele vermek, her daim zulmün ve haksızlığın karşısında olmak gerekir. Hayırlı ümmet, tavır ve davranışlarıyla, söylem ve eylemleriyle insanlara örnek olur, iyiliğin, huzurun ve esenliğin egemen olması için malını, imkânlarını, hayatını ortaya koyar, iyi ve faydalı faaliyetlerde bulunur ve bu tip faaliyetlerin destekçisi olur.

       111. (Ey inananlar!) Onlar size eziyetten (geçici sıkıntı ve zahmetten) başka (ciddi) bir zarar veremezler. Sizinle savaşacak olurlarsa da (cesaret ve metanetiniz karşısında) geri dönüp kaçarlar; sonra onlara yardım da edilmez.
       112. Onlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’ın ve (inanan) insanların güvencesine sığınmadıkça kendilerini zillet kaplayacaktır. Onlar Allah’ın gazabına uğradılar, (yaptıkları yüzünden) alınlarına perişanlık damgası vuruldu. Bu, onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve sebepsiz yere peygamberleri öldürmeleri yüzündendir. Çünkü onlar Allah’a isyan etmiş ve haddi aşmış kimselerdir.
       113. Kitap ehlinin hepsi aynı değildir. Onların arasında, gece boyunca Allah’ın âyetlerini okuyan ve O’nun huzurunda secdeye kapanan (samimi, dürüst ve) dosdoğru insanlar da vardır.

       Burada Allah’ın “dosdoğru insanlar” olarak tanımladığı kişiler, önceki vahyin takipçileri yani Yahudi ve Hıristiyanlardan olup da Müslümanlara düşmanlık beslemeyen ya da Hz. Peygamber’in risaletinden sonra Müslümanların safında yer alan ve onlarla birlikte îmâni sorumluluklarını yerine getirenlerdir. Yaşadıkları çevrenin çoğu Hz. Peygamber’in çağrısının getireceği ahlaki ve manevi disipline uymak konusunda isteksiz davranırken ve hatta karşı çıkarken, Ehli Kitaptan bazılarının kendi dindaşlarının ve akrabalarının baskısına rağmen, Allah’a ve O’nun koyduğu ahlaki prensiplere sahip çıkarak Müslümanların yanında yer almaları takdire şayandır. İşte âyet bu gerçeği dile getiriyor.

       114. Bunlar; Allah’a ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emreder (uygulanmasına çalışırlar) kötülükten alıkoyarlar (engellenmesi için mücadele verirler) ve hayır işlerinde (birbirleriyle) yarışırlar. İşte bunlar sâlih (erdemli ve saygıdeğer) kimselerdir.
       115. Onların yaptığı hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır. Çünkü Allah, kendisine karşı sorumluluk bilinciyle yaşayan dürüst ve erdemli kişileri çok iyi bilendir.
       116. İnkârcılara gelince; onları ne (kalıcı olduklarını düşündükleri) dünya malları ne de (iftihar edip durdukları) evlatları Allah’(ın azabın)a karşı koruyabilir. İşte onlar, içinde yaşayıp kalacakları ateşe mahkûm olacaklardır.

       İnsan ne kadar varlıklı ve çocuklu olursa olsun, hatta çocukları dünyanın en etkili makamlarında da bulunsa dünyada ölümden âhirette azaptan kurtulamaz. Hal böyle iken insanların bir kısmı hayatı sadece dünyadan ibaret görüp âhireti bütünüyle yok saymaktadır. Dünyalık nimetleri elde etmek uğruna her şeyi kendilerine mubah gören bu tip kişilerin isteklerine gem vurmak imkânsızdır. Âyetteki mesaj inkârcılara hitaben verilmiş olsa da inandığı halde hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamlarını sadece dünya ile sınırlı tutan Müslüman kimliğiyle yaşayanlar da buradan kendilerine düşen mesajı almalıdır. Âhireti kazanmak için yalnız Allah’a inanmak yetmiyor, Allah’la yaşamak, O’nun direktiflerine göre bir hayat tarzı oluşturmak, mücadele vermek, ilahi öğretileri çağın vitrinine taşımak, insanların irşadına sunmak, Hakkı bulmakta zorlananların vicdanını harekete geçirmek, varlığın hikmetini ortaya koyarak iyilik ve doğruluk için, adalet ve ehliyet için, barış ve huzur için, Hakkın ve haklının yanında yer almak için çalışmak icap ediyor.

       117. Onların bu dünya hayatında (güç ve şöhret elde etmek için hayır adına) yaptıkları harcamalar; kendilerine zulmetmekte olan bir toplumun ekinine isabet eden kavurucu soğuk bir rüzgâra benzer ki, onu (henüz olgunlaşmadan) helak etmiştir. (İmanları olmadığı için, dünyada yaptıkları iyiliklerin âhirette onlara hiçbir faydası olmaz.) Aslında Allah onlara haksızlık etmedi, fakat onlar gerçekten (iman etmemek ve doğru yaşamamakla kendilerine) haksızlık ettiler. Bkz. 10/44 ve dipnotu 16/33, 29/40, 9/70, 29/40
       118. Ey İnananlar! Sizinle aynı düşünmeyeni/inanmayanı dost/sırdaş edinmeyin. Onlar sizi yoldan çıkarmak için ellerinden geleni ardına koymazlar. Daima sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Size olan öfkeleri zaten ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizlediği düşmanlık ise daha fazladır. Eğer düşünürseniz size âyetlerimizi iyice açıkladık. Bkz. 2/120, 3/28 ve dipnotu, 3/100, 149
       119. (Kitabınıza ve peygamberinize inanmadıkları halde) siz onları sevmeye hazırsınız ama siz bütün kitaplar(ın asılların)a inandığınız halde onlar sizi sevmezler. Ve sizinle karşılaştıklarında: “Biz (sizin inandığınız gibi) inanıyoruz!” derler. Ama kendi başlarına kalınca size karşı öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: “Öfkenizle kahrolun!” Şüphesiz Allah kalplerde ne varsa hepsini bilendir.

       Bu ayette Müslümanlara ciddi uyarı vardır. Geçmişte olduğu gibi bugün de Müslümanların İslam düşmanlarına hoş görünme kaygısı öyle bir noktaya varmış ki, onlara şirin görünmek adına dinlerinden ve dindarlıklarından bahsetmemeyi, dini yaşamı gizlemeyi, dinin prensiplerinden taviz vermeyi âdet haline getirmişlerdir. Hâlbuki dini yaşamı gizli tutarak ya da temsille tebliği gözardı ederek din düşmanlarından hayır beklemenin kimseye bir faydası yoktur. Çünkü bir sonraki ayette de ifade edildiği gibi; onlar zaten Müslümanların en küçük bir başarısına tahammül edemezler ve başarısızlıklarına da sevinirler. Böyle olunca da verilen tavizler, ortaya konan davranışlar, ahlaki ve manevi anlamda geri duruşlar Allah’a saygısızlıktan başka hiçbir işe yaramamış olur.

       120. Size bir iyilik gelse tasalanırlar, kötülük gelse sevinirler. Ama sabreder ve Allah’ın emirlerine uygun bir hayat yaşarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
       121. (Ey Muhammed!) Hani bir vakit, (Uhud muharebesinde) inananları savaş düzenine sokmak (ve savaşta duracakları yere yerleştirmek) için sabah erkenden ailenden/evinden ayrıldığında Allah (olup bitenleri) hakkıyla duyuyor ve biliyordu.

       Ayette Uhud savaşı için Allah Resulünün okçu birliğini Uhud tepesine konuşlandırdığı gün anlatılıyor.

       122. O zaman (Uhud Gazvesinde) içinizden iki bölük çözülmeye yüz tutmuştu. Oysa Allah onların destekçisi ve yardımcısı idi. Artık, mü’minler (üzerlerine düşeni yaptıktan sonra) Allah’a dayanıp güvensinler (Çünkü O, kendi uğrunda mücadele verenleri desteksiz bırakmayacaktır).

       Uhud savaşında ordunun sağ ve sol kanadını teşkil eden Hazrec kabilesinden Selemeoğulları ile Evs kabilesinden Hariseoğulları, münafık Abdullah b. Ubeyy’in kaçışına bakarak geri dönmeye niyetlenmişlerdi. Bu âyette; inananların en büyük yardımcısının Allah olduğu ve müminlerin bütün hazırlıklarını yaptıktan ve savaşın gereklerini yerine getirdikten sonra sadece O’na dayanıp güvenmeleri gerektiği, Seleme ve Hariseoğullarının da aynı iman ve duygu ile cephedeki yerlerini korumaları gerektiği uyarısı anlatılmaktadır.

       123. Andolsun ki Bedir’de de siz, (asker ve silah bakımından), daha zayıf bir durumda iken Allah size yardım etmiş (ve kesin bir zafer vermiş)ti. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının ve emirlerine sımsıkı sarılın ki O’nun yardımına karşı şükretmiş olasınız. Bkz. 3/13’un dipnotu, 3/140, 8/6-10, 44, 22/39
       124. O zaman sen (Bedir gazvesinde) inananlara: “İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi?” diyordun.
       125. Evet, güçlüklere karşı direnir ve erdemli davranırsanız, düşman aniden size saldırdığında, Rabbiniz akın akın gelen (her türlü savaş taktiğini bilen teçhizatlı ve özel işaretli süvari birlikleri halinde) beş bin melekle size yardım edecektir.

       Bin, üç bin ve beş bin gibi sayılar mübalağa sanatıyla mecazi anlamda kullanılsa da burada düşman askerinin karşısına, onların gözünde süvari birliği şeklinde ya da bizim algılamakta zorlandığımız düşmanı korkutacak ya da püskürtecek başka bir surette, sayıları oldukça fazla bir ordu çıkarıldığı anlatılmaktadır. Nitekim bugün dijital dünyanın vazgeçilmezi haline gelen photoshopla önceden oluşturulmuş grafikler, fotoğraflar vektörel olarak değiştirilip yapılandırılabilmektedir. Yani bu sistemle oynama yaparak az sayıdaki silahsız insanı çok sayıda teçhizatlı büyük bir orduya dönüştürebiliyorsunuz ve bu yolla karşı tarafı yanıltabiliyorsunuz. Bu ayetten anlıyoruz ki; bunun farklı bir versiyonu mü’minler için Bedir Savaşı’nda Allah tarafından düşmanlara karşı uygulanmıştır.

       126. Allah bu yardım vaadini, sadece size bir müjde olsun ve kalpleriniz onunla ferahlasın diye yapmıştır. Evet, yardım ve zafer, ancak mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’a aittir.
       127. Böylece (Allah) inkârcıların bir kısmını imha etsin (ya da onları etkisiz hale getirip bozguna uğratsın), diğerlerini de iyice alçaltarak ümitsizce geri dönmelerini sağlasın.

       Mü’minlerin zaferiyle sonuçlanan Bedir gazvesinde, Müslümanlar 14 şehit verirken, başta Ebu Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenlerinden yetmiş kişi hayatını kaybetmiş bir o kadarı da esir düşmüştür. Orduları bozguna uğrayan müşrikler bu savaşla çok büyük darbe yemiştir.

       128. (İnkârcıları cezalandırmak ya da affetmek) konusunda senin yapabileceğin bir şey yoktur. Allah ister tövbe etmelerine fırsat verip onları bağışlar, isterse de zalim oldukları için onları cezalandırır.
       129. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. O, dilediğini (iyi niyet ve eyleminden dolayı) affeder, dilediğini de (kötü niyet ve eyleminden dolayı) cezalandırır. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
       130. Ey inananlar! Kat kat artırılmış olan faizi sakın yemeyin! (Faiz yemek konusunda) Allah’a karşı gelmekten sakının ki, kurtuluşa eresiniz. Bkz. 2/276 ve dipnotu.
       Peygamberimize ilk karşı çıkanların başında amcaları gelir. Bunun en temel nedeni zenginliklerini borçlu oldukları tefeciliktir. Kat kat arttırılmış olarak kazandıkları faiz gelirlerinin ellerinden alınmaması uğruna Allah resulüne şiddetle karşı çıkmışlardır. Hatta suikast planları yaparak defalarca öldürmeye teşebbüs etmişlerdir.

       131. Ve hakikati inkâr edenler için hazırlanmış olan ateşten de sakının!
       132. Allah’a ve Resul’üne tabi olun ki size merhamet edilsin.

       “O (Peygamber) keyfine göre konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler (söylediği her şey vahye dayanır)” (Necm 53/3-4)
       Bu ayetlerden anlaşılıyor ki; Resul yalnızca Rabbimizin bildirdiklerini tebliğ ile memurdur. Dolayısıyla Resulün tebliğine uyanlar da Rabbimize tabi olmuş olurlar. Bunu belirtmemizin sebebi birçok tarikat ve cemaat liderleri bu ayeti referans göstererek “Alimler Resullerin varisleridir” söylemiyle kendilerine tabi olmanın, Allaha tabi olmak anlamına geldiğini iddia ediyor ve böylece saf, inançlı ama bilgisiz insanları istismar ediyor.

       133. Rabbinizin affına mazhar olmak ve genişliği gökler ve yer kadar olan cennete ulaşmak için yarışın! O (cennet), Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlar için hazırlanmıştır. Bkz. 57/21

       “Genişliği gökler ve yerler kadar olan” ifadesi genişlikten yani büyüklükten kinayedir. Hadid suresinin 57/21. ayetinde de ifade buyrulduğu gibi “genişliği gökler ve yer gibi olan cennet” için yarışın”.

       134. Onlar (Allah’ın emirlerine uygun olarak yaşayan kimseler), bollukta ve darlıkta (Allah için) harcarlar, (kızdıklarında) öfkelerine hâkim olurlar ve kendilerine karşı kusurlu davranan insanları bağışlarlar. Hiç kuşkusuz Allah iyilik yapanları sever. Bkz. 42/37

       Bolluk zamanında vermeyi beceremeyenler, dar zamanda nasıl verirler? Öfkelenmek için kulp arayanlar, hiddetlenmek için bahane bulmaya çalışanlar öfkelerine nasıl hâkim olurlar? Kusurları araştıranlar ve kusur bulmak için didinenler, hataları/kusurları nasıl bağışlarlar? Âyette zikredilen bu güzel hasletlere muvafık olanlar, Allah’ın inayetine nail olurlar. Allah iyiliği, güzelliği, yardımlaşmayı, merhameti, ilkeli duruşu davranışlarına, ilişkilerine, faaliyetlerine yansıtan; iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye namzet olan, hayırlı icraatlar yaparak kalıcı hizmetler sunan, toplumun huzuru ve refahı için yararlı çalışmalar yapan Müslümanları sever.

       135. Ve (yine) onlar fena bir şey yaptıklarında veya (günah işleyerek) kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayarak günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler.
       136. İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve altından ırmaklar akan, içinde kalacakları cennetlerdir. İyi yolda gayret gösterenleri bekleyen mükâfat ne kadar güzeldir!
       137. Sizden önce(ki toplumlara ait) nice hayat tarzları (kanunlar, sistemler) gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezip dolaşın (geçmiş milletlerin yaşadıklarını düşünerek insanlık tarihini düşünün ve Allah’ın dinini) yalanlayanların sonunun ne olduğuna (bir) bakın (nizamı bozmak ve yeryüzünde fesat çıkarmak için çalışanların akıbetlerinin nasıl olduğunu görün)!
       138. Bu (Kur’an), bütün insanlara (yönelik) bir açıklama, Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamak isteyenler için bir hidayet ve öğüttür.
       139. (Ey inananlar zalimlere, yeryüzünde fesat çıkaranlara karşı) gevşemeyin, (yaptıklarından dolayı da) üzülmeyin! Eğer (gerçekten) mü’minseniz mutlaka onlara galip geleceksiniz (ve inandığınız sürece de galip gelmeye/üstün olmaya devam edeceksiniz).

       Allah; üstün olmayı iman etmeye değil, mü’min olmaya bağlıyor. Eğer “mü’minseniz üstünsünüz” diyor. Çünkü inanmakla mü’min olmak aynı şey değildir. Allah’ın inanılmasını emrettiği esaslara iman etmek, Kur’an’ın tanımına göre mü’min olmak için yeterli değildir. Kişi imanın gereklerini icra ederek Allah’ın istediği şekilde hayat nizamı oluşturursa gerçek manada mü’min olur.

       140. Eğer siz (Uhud ’da) bir yara almışsanız, (size düşman olan) o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara almıştı. Böylece Biz, Allah’ın, imana erenleri seçip ayırması ve aranızdan hakikate (hayatları ile) şahitlik yapan/örnek olan kimseleri seçmesi için bu günleri (bazen galibiyet ve bazen mağlubiyet şeklinde) insanlar arasında döndürüp duruyoruz. Allah, zulmedenleri sevmez. Bkz. 3/13, 123, 8/6-10, 44, 22/39

       Müslümanlar hicretin üçüncü yılında (M. 23 Mart 625) Uhud Savaşı’nda gerek münafıkların tahriki gerekse ikinci bir emrin gelmesine karşı gösterdikleri sabırsızlıkları ve inançlarına uygun davranmadaki zaaflarından dolayı -70 şehit vererek- yenilgiye uğradılar. Bu olayda; peygambere itaatsizliğin ve ganimetler konusunda maddeye yönelişin insanları nasıl Allah’ın yardımından mahrum kıldığı anlatılmaktadır.

       141. Bütün bunlar, (Allah) imana erenleri her türlü boş ve yararsız şeylerden arındırsın ve hakikati inkâr edenleri etkisiz hale getirsin diyedir.
       142. Yoksa Allah içinizden üstün çaba gösterenleri ve zorluklara karşı sabırlı olanları görmedikçe cennete gireceğinizi mi sandınız? Bkz. 2/214, 29/2

       Burada “Ben Müslümanım, benim kalbim temiz” demekle ya da şehadet getirerek Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanmakla Müslüman olunacağını ve cennete gidileceğini zannedenlere bir mesaj vardır. Hayatta yaşanılan acılar, ıstıraplar, korkular, kaygılar, sıkıntılar imtihan olmanın, gelişmenin ve tekâmül etmenin bir parçasıdır. Aslolan dertsiz, sorunsuz ve zahmetsiz bir yaşam değil; sorunları çözümleyen, zahmeti rahmete, mücadeleyi hayata dönüştüren, kötülükleri iyilikle savan, savaşı barışa çeviren, bollukla darlığı kaynaştıran, paylaşmayı ve dayanışmayı canlı tutan bir yaşamdır.

       143. Andolsun ki siz, savaşa tutuşmazdan önce, ölmeyi (şehit olmayı) arzu etmiştiniz. Fakat (Uhud gününde) onu gördüğünüz halde seyirci gibi bakıp duruyordunuz.

       Buradaki ölümden kasıt savaşa katılmaktır yani savaşa katılarak gerekirse şehit olmaktır. Yoksa Allah’ın takdir ettiği hayat programına karşı çıkmak olacağı için doğrudan ölümü temenni etmek doğru değildir.
       Bu âyet, Bedir Savaşı’na katılamayıp Medine’de kalanlar hakkında nazil olmuştur. Bunlar Bedir savaşına katılıp gazi ya da şehit olmayı arzu etmişlerdi. Fakat imkanları olmadığı için meşru mazeretlerinden dolayı savaşa katılamamışlardı. Daha sonra Uhud Savaşında bulundukları halde, birçoğu savaşta beklenilen performansı gösteremeyerek gerekli yararı sağlayamamışlardı. Üstelik, Peygamberin öldürüldüğü haberiyle ümitsizliğe ve yılgınlığa kapılarak savaştan tamamen kopmuşlardı.

       144. Muhammed, sadece bir resuldür. On-dan önce de resuller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse gerisin geri (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse (bilsin ki), Allah’a hiçbir şekilde zarar veremez (kendisine zarar verir). Allah, şükredenleri ödüllendirecektir.
       
       Muhammed ismi bu âyetle beraber Kur’an’da dört yerde geçmektedir. 33/40, 47/2, 48/29

       Bu âyet, Hz. Peygamber’in de diğer peygamberler gibi fani olduğunu ve onun da bir gün gelip mutlaka ukbâ âlemine göç edeceğini ve Allah’ın dininin ve davasının onunla yok olup gitmeyeceğini anlatmaktadır.
       Uhud Savaşı’nda Hz. Peygamber’in vefat ettiği söylentileri üzerine birçok Müslümanın savaşı terk etmeye yeltenmesi ve hatta bazılarının teslim olmaya kadar işi götürmesi üzerine bu âyet nazil olmuştur. Hz. Peygamber’in vefatının hemen ardından vahyin sona erdiğini düşünerek ümitsizliğe kapılan, manevi anlamda demoralize olan bazı Müslümanlar da bu âyetle teselli edilmiştir.

       145. Hiç kimse, tayin edilmiş belli bir vadeden önce, Allah’ın izni olmadan ölmez. Kim dünya nimetini isterse kendisine ondan veririz, kim de (faydalı ve güzel yaşantısıyla) âhiret nimetini dilerse ona da ondan veririz. Ve şükredenlere muhakkak karşılığını vereceğiz.
       146. Nice nebîler vardır ki, çok sayıda taraftarı kendisi ile birlikte savaştı da Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, yılmadılar ve zayıflık gösterip (düşmanlarına) boyun eğmediler. Allah sıkıntılara göğüs gerenleri, zorluklar karşısında direnip sabredenleri sever.

       Peygamberler ve ümmetleri İslam mücadelesinde çokça çaba sarf etmiş zulme, baskıya, haksızlıklara maruz kalmış hatta savaşlarda yenilgiye uğramış ama buna rağmen hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmamışlardır. Burada rabbimiz, bu iman gücü ve mücadelenin mükafatının kendi sevgisine mazhar olmak olduğunun müjdesini veriyor.

       147. (Bu çetin imtihandan geçerken bile) onların tek söyledikleri şuydu: “Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla! (Savaş meydanlarında dizlerimize derman ver ve) adımlarımızı sağlamlaştır. İnkârcı (ve zalim) topluluklara karşı bize yardım et!”
       148. Allah da onlara hem dünya kazancını (devlet, izzet ve ganimet olarak) ve hem de âhiret mükâfatının en güzelini (cennetin bütün zenginliklerini) verdi. Allah güzel davrananları/iyilik yapanları sever.
       149. Ey inananlar! Hakikati inkâra şartlanmış olan (inkârcılara, zalimlere) uyarsanız sizi topuklarınızın üzerinde gerisin geri (cahiliye dönemi alışkanlıklarına) döndürürler de (o zaman dünyada ve Ahirette) kaybedenlerden olursunuz. Bkz. 2/120, 3/100, 118-120
       150. Hâlbuki sizin yegâne sahibiniz ve yardımcınız yalnızca Allah’tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.

       Allah’ın insana sahip çıkmasından, onu desteklemesinden, ona yardım etmesinden daha güzel ne olabilir! Bu ilişkiye dayanarak Allah’ın sınırsız gücünü kullanmak varken, insan ne diye zavallıları putlaştırarak onlardan faydalanmak için ellerini eteklerini öpmeye çalışır? “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (Hadid 57/4) buyrulurken hangi akılla kendileri de muhtaç olan varlıklardan yardım dilenir? “Sizin Allah’tan başka taptıklarınız güç birliği yapsalar bir sinek dahi yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri alamazlar. (Çünkü) isteyen de âciz, (kendisinden) istenen de.” (Hac 22/73)
     
       151. Hakkında (Allah’ın) hiçbir delil indirmediği şeyleri (tanrısal niteliklerle yücelterek veya mutlak otorite kabul ederek ya da servet, makam ve şöhret gibi değerleri amaç haline getirerek) Allah’a ortak koşmalarından (ya da Allah’ın önüne geçirmelerinden) dolayı, inkâra şartlananların ve zulmedenlerin kalplerine korku salacağız ki (dünyada hep kaygı ve endişe içinde yaşasınlar). Onların gidecekleri yer de ateştir. Zalimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!

       152. Andolsun ki, Allah (size verdiği yardım) sözünü yerine getirdi. Siz O’nun izniyle onları (Uhud gününde) kırıp geçiriyordunuz. Fakat (Allah) sevdiğiniz (zafer)i size gösterdikten sonra, siz yılgınlık gösterdiniz, (Resûl’ün verdiği) emir hakkında tartıştınız ve verilen emre karşı geldiniz. İçinizden kimi (zafer sevinci ve ganimet arzusu ile) dünyayı istiyor, kimi de (emre bağlı kalarak) âhireti arzuluyordu. Sonra Allah sizi imtihan etmek için (musibetlere karşı sabır ve metanetinizi denemek için) yardımını üzerinizden alıkoydu. Buna rağmen sizi bağışladı. Zira Allah mü’minlere karşı çok lütufkârdır.

       “Onları yok ediyordunuz” ifadesi Uhud Savaşı’nın ilk safhasındaki Müslümanların başarısına, “(Peygamber’in verdiği) emir hakkında tartıştınız ve verilen emre karşı geldiniz” ifadesi Hz. Peygamber’in uyarısına rağmen zafer kazanıldığının sanıldığı anda okçuların çoğunun zafer sevinci ve ganimet arzusuyla mevzilerini terk etmelerine, “kiminiz de savaşa devam ederek ahireti arzuluyordu” cümlesi ise korkmadan, ümitsizliğe ya da rehavete kapılmadan ve hiçbir şeye aldırmadan savaşa devam eden diğer bir kısım sahabeye işaret etmektedir.

       153. (Hatırlayın o Uhud gününü ki) Resul sizi arkanızdan çağırmasına rağmen, siz şaşkınlık içerisinde sağa-sola kaçıyor, hiç kimseye dönüp bakmıyordunuz. Bunun üzerine Allah size, (Peygamber’in) elemine karşılık öyle bir elem verdi ki elinizden gidene de başınıza gelene de üzülmeye fırsatınız olmadı. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

       Müslümanlar savaşı kazanmasalar da Allah’ın yardım ve mağfiretiyle tekrar kendilerine gelip müşrikleri Mekke’ye doğru kovaladılar. 70 şehit ve onlarca yaralıya rağmen savaşın hemen ertesi günü müşriklerin ne yapacağı belli olmayacağı için Hz. Peygamber düşmanı takibe karar verdi. Hz. Muhammed, 70 kişilik süvari birliği ile 8 km kadar müşrikleri takip etti. Sonra konakladığı yerde üç gün bekleyip düşmana savaştan yılmadıkları ve korkmadıkları mesajını vererek geri döndü.

       154. Sonra o üzüntü ve kederin ardından Allah üzerinize bir güven indirdi, (şaşkınlığı atlatmak ve rahatlamak için) bir kısmınızı bürüyen bir uyku hali verdi. Bir kısmınız da canlarının derdine düşerek, cahiliye kafasıyla Allah hakkında gerçek dışı zanlara kapılarak: “Bu işten bize ne var (niye savaştık) ki?” diyorlardı. (Ey Resûl!) De ki: “Şüphesiz bütün iş (yetki ve karar) Allah’ındır.” Onlar, sana açıklayamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar ve: “Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik (kardeşlerimiz öldürülmezdi)” diyorlar. De ki: “Evlerinizde dahi olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış bulunanlar mutlaka yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gideceklerdi. Allah, bunu gönüllerinizdeki (ihlâs ve fitne gibi) şeyleri yoklamak ve kalplerinizdeki (vesveseleri) temizlemek için yaptı. Allah, sinelerdekini (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.”

       Ölümün zaman ve mekân bilgisi tamamıyla Allah’ın takdirindedir (Lokman 31/34, Hud 11/6). Hangi sebeple ve isimle olursa olsun ölen kişi ya da herhangi bir canlı mutlaka eceli geldiği için ölmüştür. “Savaşa gitmeseydi, uçağa binmeseydi, ağaca çıkmasaydı, otobüsle yolculuk etmeseydi, o ilacı almasaydı, o yemeği yemeseydi, ameliyata girmeseydi, kavgaya karışmasaydı…” gibi söylemler tamamen boş ve manasızdır. Elbette ki insan, tedbiri elden bırakmayacak, disiplinli ve düzenli bir hayat yaşayacak, ancak ölümün zamanı ve mekânı konusunda ne yaparsa yapsın başarılı olamayacak. Çünkü “Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an öne geçebilirler.” (A’râf 7/34)
       “…Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” (Nahl 16/61), “Bir kimseye/canlıya ölüm gelip çatınca, Allah onun ecelini asla ertelemez…” (Münafikûn 60/119 buyrulmaktadır.

       155. (Uhud Savaşı’nda) iki ordu karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan (yerlerinden) kaydırmıştı. Yine de Allah (tevbe ettikleri için) onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayandır, halimdir (ceza vermekte aceleci değildir ve müsamahakârdır).

       Demek insan nerede ve hangi durumda olursa olsun şeytan yanında ve yakınındadır. Eğer insan Allah’a bütünüyle teslim olmaz ve O’nun rızasına odaklanmazsa şeytanın etkisinde kalarak çok ciddi hatalar yapabilir. Nitekim Uhud Savaşında da böyle bir durum yaşanmıştır. Diğer ayetlere de bakıldığında görülüyor ki; düşmana karşı içten ve samimi bir gayretle mücadele veren Müslümanlar Allah’ın yardımıyla ilk etapta zafer elde etmiş ama daha sonra Hz. Peygamberin talimatına uymayarak ve ganimetlere ilgi göstererek cepheden erken çekilince Allah desteğini çekmiş ve zafer yenilgiye dönüşmüştür.

       156. Ey inananlar! Yolculuğa çıkan veya savaşa giden kardeşleri hakkında: “Onlar yanımızda olsalardı ölmezler ve öldürülmezlerdi” diyen inkârcılar gibi olmayın! Allah, bu tür düşünceleri onların kalplerinde derde dönüştürür. Çünkü yaratan ve ölüme hükmeden yalnızca Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
       157. Andolsun ki, Allah yolunda (Hak ve adil düzeni oluşturmak, zulme ve haksızlığa son vermek için) öldürülür ya da ölürseniz, Allah rahmet ve mağfireti, onların (yaşayıp da) toplayacakları (bütün dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.

       Burada savaşın kazanılması hâlinde elde edilecek ganimetlere de vurgu yapılıyor. Çünkü Uhud Savaşı’nda okçuların yerlerini terk etmesinde ganimet sevdasının ciddi payı vardı. Allah’ın rızasının ve rahmetinin dünyalıklardan çok daha hayırlı olduğu anlatılarak dünyalıklara meyletme konusunda Müslümanların dikkati çekiliyor.
       
       158. Andolsun ki ölseniz de öldürülseniz de sonunda Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.

       159. (Ey Resul! Uhud gazvesinde olduğu gibi her zaman) Allah’tan gelen merhamet sayesinde onlara yumuşak davrandın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı. O halde onları bağışla, kendileri için Allah’tan af dile ve toplumu ilgilendiren her konuda onlarla müşavere et ama karar verince artık Allah’a güven (ve o işi yap). Zira Allah, tevekkül edenleri sever. Bkz. 42/38

       Savaşta Hz. Muhammed’in direktiflerine rağmen görev yerlerini tekeden ve dolaysıyla mağlubiyete sebep olan sahabelere kaba ve katı davranmamak konusunda uyarı olduğu gibi istişare konusunda da onların dışlanmamasına dikkat çekiliyor. İslam nizamını ayakta tutan dinamiklerin başında şûra gelmektedir. İlmî, siyasî, iktisadî, içtimaî, sosyal ve kültürel meselelerin çözümünde en önemli vazife şûraya aittir. İstişare konusunda yani şûrayı oluşturmak mevzuunda bugünün İslam dünyası çok geridedir. Oysa Hz. Muhammed’e verilen bu talimat bütün zamanlar için emir niteliğindedir. Yani hangi işte ve meslekte olursa olsun Müslüman’ın istişare ile iş yapması şarttır. Çünkü istişare ile sosyal bir varlık olan insanın diğer insanlarla arasındaki bağ güçlenir, istişare eden insan egonun bütün izlerini siler, bencil davranışlar sergilemekten vazgeçerek daha mütevazı olur, başkalarının aklından ve zekâsında istifade edeceği için kendine olan güveni artar.

       160. Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? O halde inananlar, sadece Allah’a güvensinler.

       Allah’ın yardımı, Müslümanların imanına, güvenine, ahlakına ve gayretine bağlıdır. İnsanlar “Müslüman” kimliğiyle yaşıyorlar diye Allah’ın yardımına mazhar olamazlar. Hayatı isyanla, günahla, ihanetle, hıyanetle, kötülükle, yalanla, dedikoduyla, iftirayla geçen fakat Müslüman olarak geçinen bir kişinin Allah’ın yardımıyla zafer elde edeceğini umması safdillik olur. Allah mazluma, haklıya, doğruya, ilkeliye, tutarlıya, sabırlıya, ahlaklıya… yardım eder.

       161. Hiçbir nebînin emanete hıyanet etmesi düşünülemez. Kim böyle bir hıyanette bulunursa, kıyamet günü hıyanet ettiği şeyin günahını boynuna yüklenerek getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, onlar haksızlığa da uğramazlar.

       Bedir savaşında elde edilen ganimetlerden bazıları kaybolmuştu. Münafıklar kaybolan eşyayı “herhalde Muhammed aşırmıştır” diye Hz. Peygamber’e iftira atmışlardı. Yine münafıklar Hz. Peygamberle ilgili; “savaş gelirlerini keyfince ve yakın çevresine dağıtıyor” yönünde iddiada bulunuyorlardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

       162. Allah’ın rızasına uyan kimse, Allah’ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Onun (gazabına uğrayanın) varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir!
       163. Onların Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah, onların yaptıklarını hakkıyla görmektedir.
       164. Andolsun ki Allah, inananlara büyük bir lütufta bulunmuştur. Zira onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, (onları fena alışkanlıklardan) arındıran, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir Resûl göndermiştir. Oysa bundan önce onlar apaçık bir dalalet içindeydiler. Bkz. 2/129, 151, 4/113, 9/128
       165. Böyleyken (düşmanlarınızı Bedir Sa-vaşı’nda) iki misline uğrattığınız bir musibete (zaafınız ve iradesizliğiniz yüzünden) kendiniz uğrayınca (ve kendi kusurunuzu görmezlikten gelerek) “Bu nereden mi?” dersiniz? (Ey Muhammed bunu soranlara) de ki: “Bu yenilgi, sizin kendi hatanızın sonucudur.” Şüphesiz ki Allah, her şeye gücü yetendir (o halde doğru olduğunuz taktirde Allah size nice zaferler nasip edecektir).

       Bedir Savaşı’nda Müslümanlar müşriklerden 70 kişiyi öldürmüş, bir o kadarını da esir almıştı. Uhud savaşında bunun tam tersi olmuş, Müslümanlar 70 şehit vermişlerdi. Mü’minlerin çoğu, şartlar ne olursa olsun sırf inançları nedeniyle Allah’ın onlara zafer bahşedeceğine inanıyorlardı. Uhud’daki acı tecrübe, onları derin ve şiddetli bir sarsıntıya uğratmıştı. Bu âyetler onlara, bu yenilginin Allah’ın Resulüne itaat etmemekle kendi yaptıklarının bir sonucu olduğunu hatırlatıyor.

       166-167. (Ey mü’minler!) İki topluluğun (mü’min ve müşriklerin Uhud Savaşı’nda) karşılaştığı gün, başınıza gelen (yenilgi sizin hatanız yüzünden ve fakat), Allah’ın izniyle olmuştur. Bu da (Allah’ın gerçek) inananları ayırt etmesi ve münafıkları meydana çıkarması içindi. (Onlara:) “Gelin, Allah yolunda savaşın ya da (düşmana karşı) savunma yapın” denince: “Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik” dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakındılar. Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Hiç kuşkusuz Allah, onların kalplerinde gizlediklerini (de açığa çıkardıklarını da) çok iyi bilendir. Bkz. 3/152, 3/172

       Hz. Muhammed, düşmana karşı müdafaa için Uhud Dağı’na gitmek üzere asker toplamaya çalışırken, bazı münafıklar ve münafıkların etkisinde kalan bazı göçebe Araplar, farklı mazeretlerle Hz. Peygamber’in çağrısına uymamıştı. Hatta “Eğer savaşmayı bilseydik, mutlaka peşinizden gelirdik.” diyerek bir de işi sulandırmışlardı. Sulandıranların başında Abdullah bin Ubeyy bin Selul vardı. Allah bu ayetle bunların konumuna işaret ederek münafık olduklarını bildiriyor ve bu şekilde Müslümanların safını münafıklardan temizlediğini anlatıyordu. Onların imandan çok küfre yakın olduklarını bildirerek “Kalplerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlar.” ifadesiyle söylediklerinde samimi olmadıklarını ortaya koyuyordu. Çünkü onlar, savaş olacağını bildikleri halde, Müslümanlarla müşrikler arasında savaşın çıkabileceğini tahmin etmediklerini ileri sürüyorlardı. Bilmiyorlardı ki, kalplerinde gizlediklerini Allah çok iyi biliyor ve bildiklerinden elçisini de haberdar ediyordu.

       168. (Uhud gününde Medine’de) kendileri oturup (savaşta şehit olan) kardeşleri için: “Bizi dinlemiş olsalardı, öldürülmezlerdi” diyen o münafıklara şöyle de: “Eğer doğru sözlüler iseniz, (vakti geldiğinde) ölümü kendinizden savın bakalım!”
       169. Ve sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler. (Hem de senin ve onların bilmediği bir âlemde) Rablerinin katında nimetler içerisinde yaşıyorlar. Bkz. 2/154

       “Allah yolunda öldürülenlerin ölüler sanılmaması” onların bizim gibi yaşadığı anlamına gelmez. Evet, onlar bedenleriyle bu dünyadan ayrılmışlardır. Onların diri olması, asılları olan ruhlarının Allah’ın belirlediği bir âlemde nimetler içerisinde yaşıyor olmasıdır. Nitekim Bakara, 2/154. âyette de “…onlar yaşıyor ama siz farkında değilsiniz” buyrulmaktadır.

       170. (Onlar) Allah’ın lütfedip kendilerine bağışladığı (şehitlik mertebesi ve cennet) nimetleriyle iftihar ederler. Ve arkada kalıp kendilerine (şehit olarak) katılmamış olan kardeşlerine; “hesap gününde herhangi bir korku ve üzüntü duymayacakları” müjdesini vermek isterler. Bkz. 2/154 ve dipnotu
       171. Onlar (ayrıca) Allah’ın (şehitler için hazırladığı muhteşem) nimeti ve lütfu haber vermek ve Allah’ın müminlerin çabalarını boşa çıkarmayacağını müjdelemek isterler.
       172. O inananlar ki, savaşta yara aldıktan sonra bile (müşrikleri kovalayıp geri püskürtmek için) Allah’ın ve Resul’ün çağrısına uydular. Onlar içinden iyilik yapıp erdemli davrananlara büyük bir ödül vardır. Bkz. 3/166
       173. (O inananlar öyle kimselerdi ki) insanlar onlara; “düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun” dediklerinde, bu onların imanını artırdı ve şöyle dediler: “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.”

       Uhud savaşından sonra müşrik ordusu savaş alanını terk ederken Ebu Süfyan, Hz. Peygamber’e; “Önümüzdeki yıl Bedir meydanında sizinle tekrar karşılaşacağız” şeklinde tehdit savurmuştu. Ertesi sene, müşriklerin böyle bir savaş için hazırlık yaptığı haberi Medine’ye ulaşınca Hz. Muhammed yetmiş kişilik bir süvari birliği ile Bedir’deki savaş yerine gitti. Fakat Müslümanların azim ve kararlılığını haber alan Ebu Süfyan ve ordusu, geleceklerine dair şayia çıkarmalarına rağmen korkup yola çıkmadılar. Bu âyet, Müslümanların Allah’a olan güvenini ve bu güvene dayalı olarak ortaya koydukları yürekliliği takdir etmektedir.

       174. Sonra da kendilerine hiçbir keder dokunmaksızın Allah’tan bir nimet ve lütufla (başlarına hiçbir kötülük gelmeden) geri döndüler ve (böylece) Allah’ın rızasını da kazanmış oldular. Hiç kuşkusuz Allah, (müminlere karşı) son derece cömert, son derece lütufkârdır.

       Hz. Peygamber’in komutasındaki yetmiş kişilik süvari birliği, en ufak bir cesaret kaybına ve korkuya kapılmadan, yaklaşık bir hafta Bedir Savaşı’nın yapıldığı yerde bekledi. Ancak askerleriyle yola çıkan Ebu Süfyan savaşmaktan korkarak geri dönünce, Müslümanlar da Medine’ye geri döndüler.

       175. İşte o şeytandır kendi dostlarıyla (Ebu Süfyan sizin için ordular topluyor diyerek) sizi korkutan. Siz, eğer gerçekten inanıyorsanız onlardan korkmayın, Benden (gelebilecek azaptan ve Benim sevgimi kaybetmekten) korkun!

       Mekkeli Kureyş müşrikleri Müslümanlara karşı durmadan adam topluyor ve kuvvet hazırlıyorlardı. Bu hazırlıklardan hoşlanan münafıklar inananların moralini bozmak ve onları Hz. Peygamber’in arkasından koparmak için anında bu çalışmaları onlara iletiyordu. İnananların moralinin bozulmaması gerektiği, onları korkutanların şeytanın dostları olduğu ve kaygılanacak bir durumun olmadığı bu âyetle hatırlatılıyor.

       176. (Ey Resûl!) İnkârda yarışanlar seni üzmesin! Şüphesiz onlar Allah’a hiçbir şekilde zarar veremezler. Allah onlara, inkarda yarıştıklarından dolayı ahiretten yana bir nasip vermek istemiyor. Onları büyük bir azap beklemektedir.
       177. İman karşılığında küfrü satın alanlar hiçbir surette Allah’a (ve O’nun dinine) zarar veremezler. Tersine (kendilerini ateşe atmış olurlar) çünkü onları şiddetli bir azap beklemektedir.
       178. O küfre sapanlar, onlara tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara, ancak (kendi iradeleriyle çoğaltmak istedikleri) günahlarını artırmaları (ve dünyadaki çılgınlıkları yaşamaları) için mühlet vermekteyiz. Sonuçta onlara utanç verici/alçaltıcı bir azap vardır.
       179. (Ey inkârcılar!) Allah, inananları sizin durumunuzda bırakacak değildir. Temizi pisten (münafığı mü’minden) ayıracaktır. Ve Allah, insan idrakini aşan şeyleri kavrama gücünü size verecek değildir. Fakat Allah, resulleri arasından dilediğini seçer (insan idrakini aşan şeylerden bazılarını gerekli görünce ona bildirir). Öyleyse Allah’a ve resullerine inanın. Eğer iman eder ve imanın gereklerini yerine getirirseniz o zaman bilin ki, sizin için çok büyük bir mükâfat vardır.

       Gerek bu âyette gerekse Cin sûresi 26-27. âyetlerinde Allah gayb bilgisinin kendi inhisarında olduğunu, ancak peygamber olarak seçtiği bazı kullarını ihtiyaç duyulan -evrenin yaratılış amacı, ölümden sonraki hayat, ruhsal güçlerin varlığı ve zamanın gerçek mahiyeti gibi- konulardan “vahiy yoluyla” haberdar ettiğini bildirmektedir. Bu, peygamberler de gaybın bir kısmını bilir anlamına gelmemektedir. Nitekim Ahkâf sûresinin 46/9. âyetinde Hz. Peygamber’e, “kendisine neler yapılacağını bilmediğini, sadece kendisine vahyedilene uyduğunu” söylemesi de bunu doğrulamaktadır. Mamafih Allah’tan başka gaybı bilen yoktur. Zira O her şeyi bilir, hiçbir şey O’na gizli değildir.

       180. Allah’ın lütuf olarak bağışladığı şeylerde (infak etmeyip) cimrilik edenler, asla bunun kendileri için hayırlı bir şey olduğunu sanmasınlar. Aksine bu, onlar için kötüdür. Cimrilikle yanlarında tuttukları mal, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır (ve her şey O’na kalacaktır). Hiç kuşkusuz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.

       İnsana lütfedilen servet ve zenginlikler onun kendi metaı değil, sadece ona geçici olarak verilen emanetlerdir. Bu emanetlerin asıl sahibi Allah olmakla beraber bunlara hakkı olan ihtiyaç sahipleridir. Gün gelecek bütün bu emanetler insanın elinden alınarak gerçek sahibi olan Allah’a dönecektir. Üstelik “neden infak edilmedi ve neden hak sahipleri bulunup da onlara teslim edilmedi? diye de hesap sorulacaktır.

       181. “Allah fakirdir, biz ise zenginiz” diyen (Yahudi)lerin sözünü elbette ki Allah işitmiştir. Onların bu sözlerini ve resulleri haksız yere öldürmelerini kaydediyoruz ve onlara (o kıyamet günü): “Yakıcı olan azabı tadın (bakalım)!” diyeceğiz.

       Bakara suresinin 2/245. Ayeti “Allah’a katlayarak fazlasıyla geri vereceği (güzel) bir borcu O’na verecek olan kim var?” nazil olunca Yahudilerden bazıları alaycı bir tavırla “demek Müslümanların inandığı ve güvendiği Allah fakirmiş. Baksanıza bir taraftan insanlara yardım ederken diğer taraftan borç dileniyor. Ama biz zenginiz, hiçbir şeye ve hiç kimseye ihtiyacımız yoktur” demişlerdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.

       182. İşte bu, dünyada iken kendi ellerinizle (iradenizle) yaptıklarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, (ödüllendirmede de cezalandırmada da) kullarına hiçbir şekilde haksızlık etmez!
       183. Doğrusu onlar: “Allah, bize, (gökten mucize olarak inen) ateşin yiyeceği (yakacağı) bir kurban getirmedikçe hiçbir Resûle inanmamamızı (Tevrat’ta) emretti” dediler. De ki: “Benden önce size nice resuller, açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?”

       Medine’de bulunan Yahudiler, Müslüman olmamak için bin türlü bahane ileri sürüyor, gereksiz ve manasız mucizeler istiyorlardı. Âyette zikredilen, gökten inmesini istedikleri kurban da bunlardan sadece bir tanesidir.

       184. (Ey Resûl!) Şayet onlar senin elçiliğini yalanlarlarsa (aldırma, çünkü) senden önce de hakikatin tüm kanıtlarını, ilahi hikmet yüklü kitapları ve aydınlık saçan sayfaları getiren elçileri de yalanlamışlardı.
       185. Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka bir şey değildir. Bkz. 21/35, 29/57

       “Her canlı ölümü tadacaktır” ifadesi, Kur’an’da üç yerde geçmektedir. Âyette “her canlının ölmesi” yerine, “her canlının ölümü tatması” ifadesinin kullanılması, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Zira bir şeyin tadına bakmakla o şeyi yemek aynı şey değildir. Ölüp yok olmakla ölümü tatmak farklı şeylerdir. Ölümü tatmak anestezi almak gibidir. Anestezi alanlar belli bir müddet sonra kendilerine gelerek hayatlarına kaldıkları yerden devam ederler ama ölüm anestezisini alanlar hayatlarına gittikleri yerde devam ederler. Demek ki ölüm, kişinin yok olup gitmesi değil, yeni ve farklı bir hayatla ölümsüzlüğe adım atmasıdır. Ayrıca bu ifade, herkesin ölümünün farklı olacağı anlamına da gelmektedir.  Nitekim yenecek şeyin tadı, rengi, kokusu ve lezzeti ne kadar aynı olsa da yiyen kişinin algısına ve tat alma zevkine göre  değişir. Herkes ölümü tadacaktır ama herkesin ölümü ve ölümden sonraki hayatı, yaşadıklarına göre farklı olacaktır.

       186. Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden (hiç de hak etmediğiniz) birçok üzücü söz işiteceksiniz. Eğer (zorluklar ve hakaretler karşısında) sabreder ve kötü davranışlardan sakınıp korunursanız (ne mutlu sizlere ki bu yaptıklarınız) sebat gerektiren işlerdendir. Bkz. 2/109, 3/99
       187. Allah, geçmişte kendilerine kitap verilenlerden: “Onu(n hükümlerini) insanlara açıklayacaksınız ve ondan hiçbir şeyi gizlemeyeceksiniz!” diye sağlam bir söz almıştı. Ama onlar (antlaşmayı hiçe sayarak) bu sözlerini kulak ardı etmişler ve onu küçük bir kazanç karşılığı (mal, servet, şan, şöhret gibi dünyalıklarla) değiştirmişlerdi. Ne kötü bir alışverişti bu!

       “Ne kötü bir alışverişti” ifadesi, Yahudilerin Tevrat’taki ilahi hükümleri tahrif ederek Allah’ı kendi ırklarının millî tanrısı gibi, kendilerini de O’nun seçilmiş toplumu olarak görmelerine ve Hristiyanların da İncil’deki ilahi hakikatleri değiştirerek Hz. İsa’nın vekâleten kefaretine inanmalarının kendilerini otomatik olarak kurtaracağı inancına işarettir.
       
       188. Sanma ki, yaptıkları (bu tür) işlerle övünen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanan kişiler azaptan kurtulabilecekler. Onlar için elem verici bir azap vardır.

       Bunlar bazı ayetleri gizlemeleri ya da tahrif etmeleriyle servet, şan, şöhret kazanan toplumlar olarak anılmak istemez. Aksine, kendilerinin dine en büyük hizmet yapan kişiler olarak anılmalarını arzu ederler.
       
       189. Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnızca Allah’a aittir. Allah, her şeye gücü yetendir.

       190. Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklını iyi kullananlar için dersler vardır.
       191. Onlar ki ayakta dururken, otururken ve yatarken Allah’ı anar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler ve derler ki: “Ey Rabbimiz! Sen bunların hiçbirini anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın! Bizi ateş azabından koru!” Bkz. 4/103, 10/12, 17/67, 39/8

       Ayakta dururken, otururken ve yatarken Allah’ı anmak demek Allah’la yaşamak demektir. İnsan, biyolojik anlamda diğer canlılar gibi et ve kemikten yaratılmış bir varlık olsa da onun yaratılışı, hayatı, terbiyesi, tekâmül etmesi, bakımı ve ölümü diğer canlılardan farklıdır. Onun hayatı gönderilen peygamberlerle ve indirilen kitaplarla disipline edilmek istenmiştir. Dünya, bildiğimiz canlılar için bir yaşama yeri iken, insan için bir imtihan ve olgunlaşma yeridir, bir nevi gideceği ebedi yurdun bekleme salonudur, bir istasyondur. Gelen bir trenle istasyona bırakılmıştır, gelecek olan bir başka trenle istasyondan alınarak gerçek âleme götürülecektir. Binaenaleyh insan, dünyanın halifesi ve cennetin efendisi olarak yaratıldığı için dünya istasyonunda, eğitim ve imtihan salonunda kaldığı müddetçe kendisini cennete taşıyacak davranışlar sergilemelidir.

       192. “Rabbimiz! Şüphesiz Sen kimi (yaptıkları yüzünden) ateşe sokarsan, elbette onu alçaltmış olursun. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.”
       193. “Ey Rabbimiz! Biz, ‘Rabbinize iman ediniz’ diye imana çağıran bir davetçi işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz! Artık günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve canımızı iyilerle beraber al (bize iyiler zümresinden olarak ölmeyi nasip eyle)!”
       194. “Ey Rabbimiz! Resullerin aracılığıyla vaat ettiğin (dünyada hidayeti ve üstünlüğü, ahirette de cennet nimetlerini) bize bahşet ve kıyamet günü bizi mahcup etme! Şüphesiz Sen, sözünden asla caymazsın!”
       195. Bunun üzerine Rableri de onların dualarına şöyle icabet buyurur: “Ben, erkek olsun kadın olsun içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım. Hepiniz birbirinizin neslinden türeyen, eşit hak ve sorumluluklara sahip kimselersiniz. Onlar ki, hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler. Andolsun, Ben de onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükâfat, Allah tarafındandır. Çünkü mükâfatın/ödülün en güzeli Allah katında olandır.” Bkz. 2/186

       Ayette; dualara icabet eden Allah “çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım” ifadesiyle kuru bir duaya değil, çalıştıktan ve gerekeni yaptıktan sonra dua etmeye vurgu yapıyor. Kötülüklerin örtülmesi ve günahların silinmesi için hicret edenlerin gayretini, samimiyetini, fedakârlığını ve kahramanlığını örnek veriyor. Yani bu dünyanın gelip geçici zevkleri için değil, ahiretin sonsuz ve sınırsız nimetlerini kazanmak için daima iyiliğe, güzelliğe yönlendirecek faaliyetlerin olmasını, her türlü zulmü, haksızlığı, kötülüğü, fitneyi ortadan kaldıracak çalışmaların bulunmasını istiyor.

       196. İnkârcıların refah içerisinde diyar diyar dolaşmaları ve yeryüzünde dilediklerini yapabilir görünmeleri sakın seni yanıltmasın!

       Tarihte olduğu gibi bugün de bazı mü’minler, inkârcıların geniş maddi imkânlar içinde yaşadıklarını görünce: “Onlar varlık içinde yaşarken bizler yoklukla savaşıyoruz” şeklinde serzenişte bulunabilir. Allah korusun, bu son derece isyana müteallik ve inkârca bir yaklaşımdır. Mü’min meşru dairede elinden geleni fazlasıyla yapmalı ve neticeyi Allah’ın takdirine bırakmalıdır. Başkalarının malının hesabını yapmak ve geçici dünyalıklara aşırı ilgi göstermek mü’mine yakışmaz. Allah, çalışmalarına rağmen kullarına farklı oranda rızık veriyorsa bunun mutlaka insan idrakini aşan derin bir hikmeti vardır. Müslümana yakışan, dünyanın şartlarına göre her geçen günü bir önceki günden farklı kılacak faydalı işler yapmaktır ve yapılan bu işleri de ibadet olarak görmektir.
       Kimse zengin olmak zorunda değildir. Zengin olamıyor diye haram yollara başvurarak illa da servet edinmeye çalışmak en büyük felakettir. Allah’ın dilemesi olmadan kimse servet sahibi olamaz ve servet sahibi olan hiç kimse de kendi gücümle, emeğimle, alın terimle, kafamla bu servete ulaştım diyemez. Evet çalışmadan ve emek vermeden zengin olunmaz ancak zengin olmak için çalışmak ve kafayı kullanmak da yetmez. Öyle olsaydı hamallar ve filozoflar dünyanın en zenginleri olurdu.

       197. Onlara verilen bu nimetler geçici bir tatminden/zevkten ibarettir ama sonunda varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir meskendir.
       198. Rablerine karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlar, altından ırmaklar akan cennetlere kavuşacaklardır. Onlar Allah’ın konukları olarak orada ebedî kalacaklardır. İyilik yapanlar için, Allah’ın katında olanlar daha hayırlıdır.
       199. Kitap ehlinden öyleleri vardır ki, Allah’a, size indirilene (Kur’an’a) ve kendilerine indirilene (kitapların asıllarına) Allah’a derinden saygı duyarak inanırlar. Allah’ın âyetlerini az bir değere (dünyalık menfaate) satmazlar/değiştirmezler. İşte onların Rableri katında mükâfatları vardır. Şüphesiz Allah, (yeri ve zamanı geldiğinde) hesabı çok çabuk görendir. Bkz. 2/121, 29/47
       200. Ey inananlar! Zorluklara direnin ve zulme karşı toplumsal direnç göstererek birbirinizle sabırda yarışın! Düşmandan gelebilecek saldırılara karşı birbirinizle irtibatlı olun. Allah’ın emirlerine uygun yaşayın, günahlardan korunun ki mutluluğa eresiniz!

       “Allah’ın emirlerine uygun yaşayın ki mutluluğa eresiniz” ifadesi, mutluluğun kaynağının İslam’da olduğunun ifadesidir. Yani mutlu olmak istiyorsanız Allah’ın istediği şekilde yaşayacaksınız demektir. İslam toplumlarında mutluluğu göremiyorsak bunun sorumlusu İslam değil, İslam’ı bir kimlik olarak kullanan Müslümanlardır. Allah’ın istediği şekilde yaşayan insanın mutsuz ve huzursuz olması düşünülemez. Çünkü huzurun kaynağı İslam’dır, mutluluğun membaı Kur’an’dır. İslam’da sefalet değil saadet vardır. Eğer dünyanın bir yerinde işsiz, mesleksiz, itibarsız, mutsuz ve huzursuz bir Müslüman toplum varsa anlayın ki onlar sadece kimlik Müslümanıdır.
       İlhamını Allah’tan değil de şeytandan alanlar mutlu olamazlar, sevgiyi sezemezler, saygı gösteremezler. Onların mutluluk adına ortaya koyduğu her şey sadece gösterişten ibarettir. Davranışlarındaki nezaket, ilişkilerindeki letafet, yüzlerindeki tebessüm, dillerindeki belagat yürekten değil, yapmacıktır. Çünkü yürekleri Allah yerine şeytana tahsis edilmiştir. Şeytanın ve şeytani düşüncelerin egemen olduğu yerde, güzellikten ve güzel işlerden bahsedilemez