7 – A’raf

       A’râf suresi, Mekke döneminde inmiş olup 206 ayettir. Surenin adı 46 ve 48. ayetlerde gecen “A’râf” kelimesinden alınmıştır. “A’râf” yüksek yerler demektir. Bu ayetlerde cennet ve cehennem ehli arasındaki yüksek bir yerde bulunan insanlardan söz edilmektedir. Bu surede Allah’ın mutlak hükümranlığı, itikâdî konular, îmâni meseleler, vahyin ehemmiyeti, ataları sorgulamadan taklit etmenin yanlışlığı, ahiretle ilgili meseleler işlenmektedir. Ayrıca peygamber kıssalarına yer verilmiş, çok sayıda dini hüküm ve emir de aktarılmış olup, inananlara sabır ve metanet tavsiyesinde bulunulmuştur.

       Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
       1. Elif, Lâm, Mim, Sad. Bkz. 2/1 dipnotu
       2. (Bu Kur’an,) kendisi ile (insanları) uyarasın ve inananlara öğüt veresin diye sana indirilen bir kitaptır. O halde bu görevi yaparken sakın ruhun sıkılmasın/kalbinde bir şüphe olmasın. Bkz. 3/7, 11/12, 15/97, 18/5, 6

       “Ruhun sıkılmasın” yani yüreğinde asla bir şüphe, kaygı ve sıkıntı olmasın cümlesi, Hz. Peygamber’i rahatlatmak için kullanılmış gibi dursa da aslında ayette, Kur’an mesajının ulaşabildiği herkesin dikkatini iki yönlü bir hedefe, yani hem inkârcıların uğrayacakları âkıbete karşı uyarılmasına hem de bu evrensel çağrıya inananların gelen ayetlerle yönlendirilmesine dikkat çekilmektedir. Zira Kur’an, sadece inananlara değil, aynı zamanda bütün âlemlere bir öğüt olarak gelmiştir. Onca uyarıya rağmen inkârda ve bozgunculukta ısrar eden, nihai gerçeğe karşı çıkan ehli küfrün yalanlamasından, Kur’an’ı etkisiz bırakmak için kurdukları tuzaklardan, tavır ve davranışlarından üzülen, sıkılan Hz. Peygamber bu ayetle hem teselli edilmiş ve hem de farklı bir strateji ile ümitsizliğe kapılmadan görevine devam etmesi istenmiştir.

       3. (Ey insanlar!) Rabbinizden size indirilen Kitap’a uyun! O’nun dışında bir takım başka otoriteleri yakın görüp dostlar edinmeyin (onlara uymayın)! (Bunca uyarıya rağmen) ne kadar da az öğüt alıyorsunuz! Bkz. 12/103-106

       “Onun dışındaki başka otoriteleri dostlar edinmeyin!” Yani ona inanmakla beraber onun dışındaki lider, şeyh, mürşid, hoca, alim, cemaat, mezhep, tarikat gibi kişi ya da oluşumlar sizi Kur’an’dan kopararak başka mecralara çekmesin! Onlarla beraber olmak ya da onlara uymak konusunda evvela, onların hayatlarının Kur’an’la ve dolaysıyla Hz. Muhammed’in hayatıyla örtüşüp örtüşmediğine bakın. Örtüşmüyorsa sorgulayın, olmuyorsa derhal uzaklaşın! Unutmayın ki; inananların yol gösterici kaynağı Kur’an’dır, onun birinci muhatabı ve uygulayıcısı da Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamberi öncü ve rehber kabul etmek, Kur’an’ın kılavuzluğunu kabul etmekle olur. Zira Kur’an, bütün öğretileriyle ve evrensel ahlaki değerleriyle yaşayan bir peygamberdir, canlı bir mü’mindir.

       4. Biz nice kentleri(n insanlarını yaptıkları yüzünden) yok ettik. Azabımız, onları, ya (Lut kavminde olduğu gibi) geceleyin ya da (Şuayip kavmindeki gibi) öğle uykusu sırasında yakalayıverdi. Bkz. 6/10, 7/97-98, 22/45, 28/58

       Araplarda yaygın bir alışkanlık olarak öğleden sonra uyumak vardı. Öğle uykusu ifadesi bunun için belirtilmiştir.

       5. Baskınımız başlarına geldiği zaman, çağırışları: “Biz gerçekten (haddi aşan) zalimlerdendik” demekten başka bir şey olmadı.
       6. Kendilerine (resul) gönderilenleri de gönderilen (resulleri)n kendilerini de mutlaka sorguya çekeceğiz. Bkz. 5/109, 28/65

       Bu ayetten anlıyoruz ki; ümmetler peygamberlerin getirdiği mesaja sahip çıkmak ve bu mesajlara göre yaşamak konusunda hesaba çekileceği gibi, peygamberler de tebliğ vazifesinin hakkını verip veremedikleri konusunda hesaba çekilecektir.

       7. Andolsun ki, yaptıklarını kendilerine bir bir anlatacağız. Zira biz onlardan uzak değiliz.
       8. O (kıyamet) gün(ü herkesin dünyada yaptığını) ölçmek ve değerlendirmek haktır. Kim(ler)in (sevabı) tartıda ağır gelirse; işte onlar kesintisiz mutluluğa erişecektir.
       9. Kim(ler)in de (günahları ağır, sevapları) tartıda hafif gelirse; işte onlar, ayetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini zarara uğratanlardır.
       10. Andolsun ki, sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçimlikler yarattık. Ona rağmen ne kadar da az şükrediyorsunuz.
       11. Yine Andolsun ki; sizi (önce madde olarak) yarattık, sonra size (mükemmel bir) şekil verdik, sonra da meleklere dedik ki: “Âdem’e secde edin (onun önünde saygı ile eğilin.” Onların hepsi secde ettiler yalnız (aslen cin taifesinden olan) İblis direndi ve secde edenlerden olmadı. Bkz. 2/34 ve dipnotu, 7/11, 15/30, 17/61, 18/50, 20/116, 38/73
       12. Allah İblis’e: “Secde etmeni emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan ne oldu?” dedi. O da: “Ben ondan üstünüm, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın” dedi. Bkz. 2/34, 7/12, 15/26-28, 17/61, 18/50, 20/116, 38/76, 55/14-15

       Ayette de görüldüğü üzere ırkçılığı ilk başlatan şeytan olmuştur. İnsan, hangi maddeden yaratıldığına değil ne için yaratıldığına bakmalı. Ne yaptığına değil ne yapması gerektiğine dikkat etmeli. İnsanın elinde olmayan ve hiçbir katkısı bulunmayan doğuştan gelen bir özelliği üstünlük ölçüsü olarak görmesi hem yanlıştır hem de şeytanî bir davranıştır. Bu düşünceyle, “biz peygamber soyundan geliyoruz”, “biz falan kabileye mensubuz” gibi çıkışlar arasında herhangi bir mantık farkı yoktur. Irk, renk, servet, şöhret, güzellik, makam, güç gibi özellikler, İslâm’a göre asla üstünlük ölçüsü olamazlar. İlâhî değer ölçülerine göre en kıymetli, en saygıdeğer insan; ortaya koyduğu faydalı çalışmalar ve ahlâkî erdemler bakımından en önde olan insandır. Nitekim Hucurat, 49/13. ayetinde buyrulduğu gibi “Allah katında sizin en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır” buyrulmaktadır. Yani kim Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşar ve O’nun öğretileriyle hayatını tanzim ederse Allah için en değerli insan odur.

       13. (Allah:) “Öyleyse oradan (bulunduğun konumdan) çık/in! Çünkü o (makamda) büyüklük taslamak senin (hakkın) olamaz. Hemen çık (bulunduğun yerden). Gerçekten sen, aşağılanmış kimselerdensin” buyurdu.

       Görüldüğü gibi İblis’in, Allah’a inanması, O’nun varlığını ve sıfatlarını biliyor olması kendisini kovulmaktan, aşağılanmaktan kurtaramadı. Demek doğru olan Allah’a inanmakla beraber, O’nun emirlerine itaat etmektir. Kim Allah’ın emirlerine itaatsizlik ederse o da İblis gibi ilâhî rahmetten uzaklaştırılır.

       14. (İblis: “Hiç olmazsa insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar bana süre ver” dedi.
       15. (Allah:) “Tamam, sen artık mühlet verilen kimselerden oldun” buyurdu.
       16. (Bunun üzerine İblis:) “Mademki beni (yaptıklarım yüzünden rahmetinden uzaklaştırarak) azgın bıraktın, o halde ben de, gidip senin doğru yolunun üzerinde onlar(ı saptırmak) için pusuya yatacağım” dedi.
       17. Sonra Andolsun ki: “Onların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından gelip sokulacağım. Ve sen, onların çoğunu nankörlük eden kimseler olarak bulacaksın” dedi.
       18. (Allah) buyurdu ki: “Haydi, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık! Andolsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım.”
       19. (Ve size gelince) “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden (ve canınızın çektiği her çeşit meyveden) yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın! Yoksa zalimlerden (haddi aşanlardan) olursunuz.”
       20. Bunun üzerine, şeytan, (o ana kadar) birbirlerine kapalı olan mahrem yerlerini açıp kendilerine göstermek amacıyla onlara (şöyle) fısıldadı: “Rabbinizin sizi bu ağaçtan uzak tutması, yalnızca, siz ikiniz melekler (gibi) olmayasınız ya da sonsuza kadar yaşayamayasınız diyedir.”
       21. Bir de onlara: “Muhakkak ki, ben sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye yemin etti.
       22. Böylece ikisinin de yanılmalarını sağladı. Âdem ile eşi o ağacın meyvesinden tadar tatmaz birden çıplaklıklarının (mahrem yerlerinin açıldığının) farkına vardılar. Bunun üzerine bahçeden topladıkları yapraklarla mahrem yerlerini örtmeye başladılar. Rableri de onlara şöyle seslendi: “Ben ikinizi de o ağaçtan yasaklamadım mı?” Ve size: “Şeytan mutlaka ikinize de açık bir düşmandır” demedim mi? Bkz. 20/121

       Burada insanın aklını ve duyularını Allah’ın istediği şekilde kullanmadığı taktirde şeytanın esiri ve nefsin tutsağı olacağı temsili bir şekilde gösteriliyor. Ayrıca insanoğlunun dünyadaki mücadele ve olgunlaşma sürecine girmeden önceki saf ve masum durumuna işaret ediliyor. Öyle ki; cinsel dürtülerinin etkisine girmeyen insan, cinselliğini ön plana çıkaracak mahrem yerlerinin bile farkında değil. Ama aldığı sorumluluğu unutup amansız düşmanı olan Şeytanın etkisiyle harama bulaşınca her şey ortaya çıkıyor; saflık ve masumiyet gidiyor, onun yerine itaatsizlik ve hadsizlik geliyor ve böylece mahrem yerlerin örtünme ihtiyacı doğuyor. Acaba günümüzde yaşanan sınırsız hayasızlığın ve vurdumduymazlığın arkasında Allah’ın koyduğu yasakların insan hayatında ciddi yer almamasının bir payı var mıdır? Bu konuda aklımızı işleterek muhakeme etmek durumundayız.

       23. (İkisi de:) “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, hiç şüphesiz kaybedenlerden oluruz!” dediler. Bkz. 2/37
       24. (Allah) buyurdu ki: “(Şeytana uyduğunuz için) buradan (şeytan ve siz) birbirinize düşman olarak göç edin bakalım! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır.” Bkz. 2/36, 20/123

       Buradaki “düşmanlık” Bütün insanlığı temsilen Âdem’le küfrü temsilen şeytan arasındadır. Bundan anlıyoruz ki; iman küfür mücadelesi Adem’le başlamıştır ve kıyamete kadar devam edecektir. Ayrıca “Birbirinize düşman olarak inin” ifadesini bir azarlama ve cezalandırma olgusu olarak düşünmemek lazım. Aksine, doğal güdü ve sezgileriyle yaşayan diğer bütün yaratıklardan farklı, özgür ve ahlakî bir iradeyle donanmış olan insanın gelişip olgunlaşma sürecinde ruhunun Allah’a bağlı olması hasebiyle meleklerin secdesini hak edecek ve cennetteki nimetlere layık olacak bir evreyi tamamlaması için yeryüzü mektebinde belli bir süre eğitim görmesinin gerekli olduğunu düşünmek gerekir.
“(Buradan) göç edin” cümlesini, âdem ve Havva’nın saygısızlıklarına karşı bir ceza olarak görüp; “Âdem’le Havva günah işleyerek kovulmasaydı, insanoğlu sürekli cennette kalacaktı” şeklinde muhakeme etmek de son derece yanlıştır. Zira insan kendini kanıtlamak ve ebedi nimetlere mazhar olmak için zaten bu gezegenin misafiri olmak durumundaydı. Allah Bakara suresinin 2/37-38. ayetlerinde, Âdem’le Havva’nın tevbelerini kabul ettiğini ve onları bağışladığını zaten bildirmiştir.
       Ayrıca Kur’an da geçen şeytan âdem kıssalarını imtihanın gerekliliğini anlatan bir teşbih, benzetme, metafor olarak da anlayabiliriz.

       25. (Allah) yine buyurdu ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (dirilip Mahşere) çıkarılacaksınız.”
       26. Ey âdemoğulları!” Şu bir gerçektir ki size hem çıplaklığınızı örtecek hem de güzel görünmenizi sağlayacak giyim-kuşam (yapma bilgisini) öğrettik. Ama sizi koruyan ve sakınmaya yarayan takva elbisesi en hayırlısıdır. İşte bu nimetler, Allah’ın yüce kudretine delalet eden ayetlerdendir. Ola ki, düşünür de öğüt alırlar.”

       Bu ayetten anlaşılıyor ki; örtünme duygusu fıtridir ve ilk insanla başlamıştır. Öyle birilerinin iddia ettiği gibi “ilkel insanlar çıplaktı” şeklindeki iptidai düşünceler asla doğru değildir.
       Allah’ın takva elbisesine vurgu yapması; elbisenin, bir cazibe ve övünme aracı haline getirmek veya karşı cinsi tahrik etmek ya da ilgi çekmek için değil; maddi, manevi ve ahlaki anlamda dış etkenlerden korunmak için gerekli olduğunu göstermek içindir.

       27. Ey Âdemoğulları! Ayıp yerlerini kendilerine açmak için elbiselerini soyarak ana-babanızı cennetten çıkardığı gibi şeytan sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin! Zira şeytan ve adamları sizin göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler. Muhakkak ki biz şeytanları inanmayanların dostu yaptık.

       “Sizin göremeyeceğiniz yerlerden” yani kimliklerini ve kişiliklerini gizleyerek büyük bir ustalıkla aranıza girip sizi sapıtmaya çalışırlar. Üstelik bu çalışmayı, Allah’ın bağışlayıcılığını ve merhametini ileri sürerek yaparlar. (Fatır 35/5)

       28. Onlar ne zaman utanç verici bir iş işleseler (fahşa): “Biz atalarımızı da bu işi yapar bulduk. Allah da bunu emretmiştir bize” derler. De ki: “Şüphesiz ki Allah asla utanç veren işleri emretmez. Siz, Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”

       Ayette utanç verici iş olarak çevirdiğimiz ‘fahşa’ kelimesi: zina, aşırılık, yüz kızartıcı, tiksindirici işler anlamına geldiği gibi yine hayasızca bir iş olan çıplak olarak Kabe’yi tavaf etmeyi de içerir. Cahiliye döneminde müşrik Araplardan erkekler Kabe’yi çıplak olarak tavaf eder, kadınlar da sadece avret yerlerini örterler ve “biz anamızdan doğduğumuz gibi bu ibadeti ifa ediyoruz, biz atalarımızdan böyle gördük, içerisinde Allah’a isyan ettiğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz” derlerdi. Burada yaptıklarının çirkinliğine işaret ediliyor.

       29. De ki: “Rabbim (yalnızca) doğru olanın yapılmasını emretmiştir. O halde kulluğunuzu göstermek üzere giriştiğiniz her işte bütünüyle O’na yönelin! Dini yalnız kendisine has kılarak (gönlünüze başka ilahlar getirmeden sadece) O’na dua edin! (Unutmayın ki,) ilk defa sizi yarattığı gibi (yeniden yaratacak ve) yine O’na döneceksiniz.”
       30. Allah (insanların) bir kısmını (iyi niyet ve eyleminden dolayı) doğru yola yönelterek onurlandırdı, bir kısmına da (kötü niyet ve eyleminden dolayı) doğru yoldan sapmak kaçınılmaz oldu. Çünkü onlar; Allah’a inanmakla beraber şeytanları kendilerine evliya edindiler. Ve onlar, kendilerinin (hâlâ) doğru yolda olduklarını sanıyorlar. Bkz. 16/36

       “Şeytanları kendilerine evliya edindiler” cümlesindeki “evliya” kelimesini sadece yalın anlamıyla “dostlar” olarak almak yerine “onları kendilerine veli tayin ettiler” şeklinde alırsak daha isabetli olur. Zira “evliya”, “veli”nin çoğuludur. “Veli” dost anlamına gelmekle beraber bir çocuğun her türlü durumundan sorumlu olan kimseye ya da velayet hakkına sahip olan kimseye de denmektedir. Bu zaviyeden bakıldığında şeytanları veli edinenler, onların velayetini kabul etmiş ve davranışlarının belirlenmesinde yetkiyi onlara devretmişler demektir.

       31. Ey Âdemoğulları! “Her mescide giderken giyinin, ziynetinizi takının. Yiyin, için fakat israf etmeyin! Çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.”

       Ziynet; maddi, manevi ve ahlakî anlamda insan hayatına zarafet ve güzellik katan ne varsa hepsini ifade eder. Yani Allah’a ibadet edilen yerlerde, bakımlı, temiz giyimli, ahlaklı, erdemli ve edepli olun. Nitekim abdest alma şartı da temizlik emrinin yerine getirilmesinin bir parçasıdır. Bu konuda ayrıca 7/28.ayetin açıklamalarına bakabilirsiniz.

       32. De ki: “Allah’ın kulları için yarattığı güzelliği, rızkın iyisini, temizini yasaklayan kimdir?” De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet gününde ise yalnız onlara tahsis edilmiştir. Biz, ayetlerimizi bilen bir kavim için böylece açıklarız.

       Bu iki ayetten anlıyoruz ki gerek giyim konusunda gerekse gıda konusunda insanlar, kafalarına göre kendilerine birtakım yasaklar getirmişlerdi. Cahiliye döneminde, erkekler gündüz, kadınlar gece olmak üzere müşrik Araplar “İçerisinde Allah’a isyan ettiğimiz elbiselerimizle tavaf etmeyiz” diyerek Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi ve bunu da bir dindarlık, bir erdemlilik sayarlardı. Böylece hem günahlardan temizleneceklerini düşünürlerdi hem de bu durumun kendilerine uğur getireceğine inanırlardı. Yine aynı düşünceye bağlı olarak bazı hayvansal gıdaları da kendilerine yasaklamışlardı. Oysa En’am 6/145’de hangi yiyeceklerin yasak olduğu sıralanmıştı.

       33. De ki: “Rabbim, ancak açık ya da gizli kötülükleri, günahın her çeşidini, haksız yere (başkalarının hak ve özgürlüklerine) göz dikmeyi, hakkında hiçbir delil indirmediği varlıkları Allah’a ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri Allah’a izafe etmenizi yasaklamıştır.”

       “Bilinmeyen şeylerin Allah’a izafe edilmesi” günümüzün en büyük şizofreni vakasıdır. Bu yasakla; bazı kimseleri tanrısal niteliklerle yüceltip otorite kabul ederek onların, sanki vahiy alıyormuşçasına uydurdukları her şeye ve ürettikleri her senaryoya kayıtsız şartsız inanmayı ve itaat etmeyi bir vecibe olarak gören insanlara ciddi uyarı yapılmaktadır.

       34. Ve her toplum için bir vade belirlenmiştir. Öyle ki, vadeleri dolduğunda ne bir an geri kalabilirler ne de bir an öne geçebilirler. Bkz. 7/34, 10/49, 15/5, 16/61, 23/43, 63/11
       35. Ey Âdemoğulları! İçinizden size ayetlerimizi anlatan resuller geldiğinde, her kim (kötülük yapmak ve günah işlemekten) sakınırsa ve (davranışlarını) düzeltip ıslah olursa, işte onlar gelecek kaygısı taşımayacak ve geçmişte yaptıkları için de üzüntü duymayacaktır.
       36. Ayetlerimizi yaşamaktan geri durup onlara karşı büyüklük taslayanlar; işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada kalacaklardır.
       37. (Uydurduğu hükümleri Allah’a nispet ederek) Allah adına yalan uyduran veya O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? (Onların) kaderden nasipleri (ne ise) kendilerine ulaşacaktır. Melekler gelip canlarını alırken onlara: “Hani, nerde Allah’tan başka yalvarıp durduğunuz varlıklar?” dediklerinde: “Onlar bizi bırakıp kayboldular!” diye karşılık verecekler ve (böylece) hakkı inkâr eden kimseler oldukları konusunda kendi aleyhlerine tanıklık etmiş olacaklar. Bkz. 18/49, 48/28

       Yani, diğer bütün insanlar gibi onlar da yaşadıkları sürece, Allah’ın ezelî takdirinde kendileri için bilinen iyi ya da kötü, nasipleri neyse, onunla karşılaşacaklar. Allah katında bir insanın nasıl yaşayacağının bilinmesi, onun yaşadıklarının daha önceden yazıldığı ve onun da bunları hayata geçirme mecburiyetinde olduğu anlamına gelmez. Yani Allah takdir etti diye insan iyi ya da kötü yaşamaz. Ancak insanın kendi özgür iradesiyle yapacaklarını Allah daha önceden bilir. İşte “kader” bu yaşanacakların Allah tarafından bilinmesidir. Yani bir anlamda yaptıklarımızın sonuçlarıdır.

       38. (Bunun üzerine Allah buyuracak ki:) “Sizden önce gelip geçmiş olan cin ve insan (görünür görünmez iradeli) topluluklar arasında siz de girin ateşe!” Her topluluk (cehenneme) girdikçe; (kendisine uyduğu) yoldaşına lanet eder. Nihayet hepsi peş peşe orada toplanınca; sonrakiler öncekiler için derler ki: “Rabbimiz! İşte bizi bunlar saptırdı. Onun için bunlara katmerli azap ver.” (Allah) buyurur ki: “Her biriniz katmerli azaba müstahaksınız ama bunu bilmiyorsunuz.”

       Burada “cin” sözcüğü bilinmeyen, görünmeyen, haber alınmayan, tanınmayan yani yabancı olan ve yabancı yerlerde yaşayan toplumlar için kullanılmıştır.

       39. Ve (bunun üzerine) öncekiler, sonrakilere şöyle diyecek: “Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz yoktur. Öyleyse yaptığınız kötülükler yüzünden tadın azabı!”
       40. Muhakkak ki ayetlerimize ilgi göstermeyen (onları anlamak istemeyen) ve onlara karşı büyüklük taslayanlar var ya; işte onlara, yüce âlemlerin (rahmet) kapıları açılmaz ve onlar, halat iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler. Biz, suçluları işte böyle cezalandırırız.

       “Cemel” kelimesi kökü itibariyle hem “halat” hem de “deve” anlamına gelmektedir. Meal ve tefsirlerin çoğunda deve olarak yorumlansa da Kur’an’daki edebi tasvire uygun düşmediği ve deve ile iğne arasında bir münasebet bulunmadığı için burada “halat” olarak tercüme edilmesi daha uygun bulunmuştur. Ayrıca böyle bir benzetme ile cehennem ehlinin bir gün azaptan kurtulabileceğine dair açık bir kapı bırakılmış oluyor.

       41. Onlar için cehennemde (ateşten) bir döşek ve üstlerine de (yine ateşten) örtüler vardır. Biz, zalimleri işte böyle cezalandırırız. Bkz. 21/39, 29/55, 39/16
       42. İman edip doğru ve yararlı işler yapanlara gelince -ki biz, hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemeyiz- işte onlar, cennet halkıdır ki onlar orada kalacaklardır.
       43. Onların içlerinde kinden ne varsa söküp atarız. Altlarından ırmaklar akarken derler ki: “Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bize doğru yolu göstermeseydi kendiliğimizden hidayete eremezdik. Andolsun ki; Rabbimizin resulleri hakkı getirmiştir.” (Onlara:) “İşte (dünyada yapmış olduğunuz) güzel işlere karşılık, şu cennete vâris kılındınız” diye seslenilir. Bkz. 15/47 ve dipnotu.

       “Onların içlerinde kinden ne varsa söküp atarız” vurgusu; insanlar arasındaki hak hukuk meselelerinin çözümüne ciddi ışık tutmaktadır. Ehli cennetin özellikleri sıralanırken böyle bir özelliğin öne çıkarılması merhameti ilahinin farklı bir tecellisidir. Nitekim Haşr 59/10. ayette; mü’minlerin kalplerinde birbirlerine karşı kin olmaması için Allah’a yakarmaları öğütlenmektedir. Bu durumun cennette de davam etmesi, Allah’ın rahmetine bağlıdır. Eğer orada Allah, kinlerin atılması konusunda mü’min kullarının kalplerine bir operasyon gerçekleştirirse insanların hak konusunda birbirleriyle ödeşmesi çok daha kolay olacaktır.

       44. Cennetlikler cehennemliklere: “Rabbimizin bize vaat ettiğini biz gerçek olarak gördük. Siz de Rabbinizin vaat ettiğini gerçek olarak gördünüz mü?” diye seslenirler. Onlar, “Evet” derler. O zaman aralarında bir davetçi: “Allah’ın lâneti zalimlere olsun!” diye seslenir.

       Zulüm kavramı hem itikâdî hem de ahlakî ve sosyal boyutu itibariyle Kur’an’da en çok zikri geçen kavramlardan birisidir. Yirmi âyette sosyal ilişkilerde haksızlığa sapma anlamında doğrudan “zulüm” kelimesi, 250’den fazla yerde türevleri yer alır. Bunların çoğunda “küfür, şirk” veya “Allah’ın hükümlerine karşı çıkma” anlamında kullanılır.

       45. Onlar (insanları) Allah yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyenlerdir. Onlar ahirete de inanmayanlardır.
       46. Bu iki taraf (cennet halkıyla cehennem halkı) arasında (iki grubu birbirinden ayıran) bir perde vardır. (Bu sûrun) A’râf (denilen tepelerin) üzerinde de (cennetlik ve cehennemliklerin) hepsini yüzlerinden tanıyan (kimlerin cennete ya da cehenneme gideceğini bilen) kimseler vardır. Henüz cennete girmemiş olan (fakat oraya gireceklerini bekleyen) cennet ehline: “Allah’ın selamı üzerinize olsun (kurtuluşa erdiniz)!” diye seslenecekler. Bkz. 7/48, 57/13

       Ayette geçen “A’raf” terimi “urf” sözcüğünden türetilmiş olup “arf” kelimesinin çoğuludur. “Kule, burç, duvar, sırt, tepe” gibi anlamlara gelir. Bu âyetle beraber Kur’an’da iki defa geçmektedir (Â’raf 7/48). Çoğul anlamıyla yüksek tepeler, yüksek burçlar ya da platformlar olarak ifade edilen Â’raf’ın cennet ile cehennem arasındaki bir yerin özel adı olarak kullanıldığı söylenmektedir. A’raf ehlinin kimler olduğu hakkında muhtelif görüşler olmakla beraber tefsircilerin çoğuna göre; iyilikleri ile kötülükleri eşit olanlar Allah’ın takdir edeceği bir zamana kadar burada bekletilirler. Bu bekleme esnasında cennete girecekleri kesinleşmiş ama henüz yerleşimleri yapılmamış olan cennet ehline özenerek selam verirler. Bir sonraki ayette görüldüğü gibi cehennem ehlini görünce de korku ve endişe ile Allah’a sığınırlar. Ancak 48 ve 49. ayetlerle birleştirildiğinde Â’raf’ta bulunanların ma’ruf insanlar ya da melekler olabileceğini düşünmek de mümkündür.

       47. Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de: “Ey Rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma!” derler.
       48. (Yine) A’raf ehli, simalarından kendilerini tanıdıkları birtakım (inkârcı) kimselere seslenerek derler ki: “Ne çokluğunuz ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.”
       49. “Allah’ın rahmetine eriştirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bu (cennetlik ola)nlar mıdır?” dedikten sonra (cennetliklere dönerek): “Girin cennete, artık size ne korku vardır ne de üzüleceksiniz” (derler).
       50. Cehennem halkı, cennet halkına: “Üzerimize biraz su dökün yahut Allah’ın size bahşettiği azıklardan (atın bize)!” diye seslenecekler. (Fakat mü’minler:) “Doğrusu, Allah, gerçeği inkâr edenlere her ikisini de haram kılmıştır” diyecekler.
       51. O inkârcılar ki; dinlerini alaya eğlenceye aldılar ve böylece dünya hayatı(nın cazibesi) onları aldatmış oldu. Artık onlar bu günlere yetişeceklerini unuttukları ve bizim ayetlerimizi inkâr ettikleri gibi Biz de onları bugün unutacağız.

       “Biz de onları unutacağız” cümlesini Allah’a bir eksiklik olarak yakıştırmak küfür olur. Zira Allah için unutmak, ihmal etmek, hatırlamamak diye bir şey düşünülemez. Bu ifade tamamen mecazi olup, “onların gözardı edileceğini, umursanmayacağını, unutulmaya terk edileceğini, affetme ve nimet verme konusunda hatırlanmayacağını, varlıklarından habersiz gibi davranılacağını, onların kendi hallerine bırakacağını” anlatmak için kullanılmıştır.

       52. Andolsun ki Biz onlara, inanmaya gönüllü bir toplum için hidayet rehberi ve bilgiye dayalı ayrıntılı açıklamalarda bulunduğumuz rahmet kaynağı olan (mükemmel) bir kitap gönderdik. Bkz. 3/7, 11/1

       “Bilgiye dayalı ayrıntılı açıklamalar” cümlesi, hem ayetlerin ayetler ile açıklandığı Kur’an yöntemini ifade ediyor hem de Kur’an’ın, ilmi prensiplere ve bilimsel gerçeklere uygun olmak kaydıyla tefsir edilebilen bir kitap olduğunu gösteriyor.

       53. (O inkârcılar) O (hesap günün)ün gerçekleşmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Onun bildirdiği sonuç gelip çattığı gün, onu daha önce önemsemeyenler: “Rabbimizin resulleri (bize) gerçeği getirmişlerdi (ama biz yine de iman etmemiştik). Ah, keşke Allah katında sözü geçen ve kurtuluşumuz için aracılık edebilecek şefaatçilerimiz olsaydı da bizim adımıza şefaat etselerdi! Yahut daha önce yaptıklarımızdan farklı işler yapmak için (dünyaya) geri gönderilsek” diyecekler. Onlar cidden kendilerine yazık etmiş ve uydurdukları varlıklar (ilahlar) da onları yüzüstü bırakmıştır.
       54. Şüphesiz ki sizin Rabbiniz olan Allah, gökleri ve yeri altı aşamada yaratan, sonra da arş üzerinde istiva eden (yarattığı her şeyin kanununu koyarak evreni sınırsız kudret ve iktidarıyla hükmü altına alan)dır. Geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüzle bürüyüp örten, Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları yasalarına boyun eğmiş olarak yaratan O’dur. Dikkat edin, yaratmak da yarattıklarını koyduğu yasalara göre yönetmek de yalnız O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir! Bkz. 13/2, 32/4, 36/38

       Burada “altı aşama”yı altı gün olarak yorumlayanlar olsa da göklerin ve yerin yaratılışı henüz tamamlanmadığı, dolaysıyla dünyanın ve güneşin olmadığı yerde gün olmayacağı için bu yorum doğru olamaz. Ayrıca Allah katındaki bir gün, bize göre bin yıl kadar olduğu için (Hac 22/47) bu ayetteki altı gün altı bin yıla tekabül eder ki bu da doğru olmaz.
“Allah’ın arş üzerinde istiva etmesi” farklı şekillerde yorumlanmıştır. “İstiva” sözlükte yükselmek, kurulmak, istikrar etmek ve karar kılmak, “arş” ise hâkimiyet tahtı ve sınırsız kudret makamı anlamlarına gelmektedir. Allah’ın Arş’ı istiva etmesi mecazi olarak söylenmiştir. Anlatılmak istenen: şaşmayan kanunlarıyla varlık âlemini belli bir düzen ve disiplin içerisinde yaratarak, kudretiyle her şeye egemen olması demektir.

       55. Rabbinize alçak gönüllülükle ve derin bir acziyet duygusu içinde yakarın/dua edin. Doğrusu O, aşırı gidenleri sevmez. Bkz. 7/205

       Duada gönüllülük, sessizlik ve acziyet duygusu esastır. Bağırıp çağırarak, feryad-ü figan ederek dua edilmez. Lokman, 31/19. ayetinde eşek sesine benzetilen yüksek ses tonuyla, ne anlama geldiği bilinmeden kalıplaşmış ve ezberlenmiş dualarla Allah’a yakarmak doğru değildir. Dua eden, ne istediğini bilmeli ve isterken de Allah’ın huzurunda bulunduğu hissiyatıyla acziyetini ortaya koymalı. Bakara 2/186’da duanın mahiyeti ve makbuliyetinin yolu açıkça anlatılmaktadır. Ayrıca Cin 72/18’de; yapılan duada hangi saikle olursa olsun Allah’la kul arasına başkalarının sokulması da şiddetle yasaklanmaktadır.

       56. (Allah’ın mesajlarıyla, barış ve huzur anlamında) belli bir düzene girmiş olan yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! (Azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak O’na dua edin! Çünkü Allah’ın rahmeti iyilere/iyilik yapanlara her zaman yakındır.

       “Muhsin” İyi kimse, iyi işler yapan, iyi davranmayı ilke edinen, iyilikte bulunan, lütuf ve ihsan eden, erdemli, güzel ahlak sahibi olan kimse demektir. Ali İmran suresi 3/134. Ayetinde Muhsinler şöyle tarif edilmektedir: Bollukta ve darlıkta (Allah için) harcarlar, (kızdıklarında) öfkelerine hâkim olurlar ve kendilerine karşı kusurlu davranan insanları bağışlarlar.

       57. Rahmetinin önünde (yağmurla gelecek bereketleri) müjdeleyici olarak rüzgârları gönderen O’dur. Nihayet o rüzgârlar, topladığı (yağmur dolu) ağır bulutları yüklendiğinde; biz, onu ölü bir bölgeye göndeririz; derken onunla su indirir ve o su ile de türlü türlü mahsuller yetiştiririz. İşte ölüleri de böyle (diriltip) çıkarırız. Umulur ki iyice düşünüp ibret alırsınız.

       Yağmurun yağması için rüzgârın aşılayıcı bir görevi olduğu bilimsel araştırmalar ile ortaya konmuştur. Bu konuda Hicr suresi 15/22. âyetin açıklama kısmına bakabilirsiniz.

       58. Rabbinin izniyle toprağı verimli olan yerin bitkisi de güzel olur. Kötü olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte şükredecek bir toplum için ayetleri böylece farklı şekillerde (çeşitli örneklerle) açıklıyoruz.

       Burada ders alınması gereken ciddi bir teşbih vardır. İnanan ve inandığını hayata geçiren erdemli insan verimli toprak gibi Allah’tan aldığı buyruklarla hayatını inşa ederek faydalı eylemler ortaya koyar. Bu faydalı eylemlerle dünyanın düzelmesine, insanlığın huzuruna ve saadetine vesile olur. Ama Hakk’a karşı direnmeyi âdet haline getirmiş ve Kur’an mesajına olan inancını bütünüyle yitirmiş olan kimse ise kötü toprak gibi kötü ve zararlı şeyler üretir. Bu da üretmiş olduğu kötülüklerle toplumu yozlaştırır, dünyanın düzenini bozar ve hayatı yaşanmaz hale getirir.

       59. Andolsun ki Nuh’u da (resul olarak) kavmine gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a (gönülden boyun eğin ve yalnızca O’na) kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben üzerinize (inecek olan) büyük bir günün azabından korkuyorum.”
       60. Kavmi içinden önde gelenler: “Doğrusu, biz senin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu görüyoruz!” diye karşılık verdiler.
       61. Nuh dedi ki: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim.”
       62. “Size Rabbimin mesajlarını iletiyorum, (ayrıca) size öğüt veriyorum. (Çünkü ben) Allah tarafından (vahiy sayesinde bana bildirilen ama) sizin bilmediğinizi (gerçekleri) biliyorum.”
       63. Sizi (cehennem azabına karşı) uyarmak, sizin (kötülüklerden) sakınmanızı ve böylece (ilahi bir) rahmete kavuşmanızı sağlamak için kendi aranızdan bir adama Rabbiniz tarafından bir zikir (öğüt) geldi diye mi hayret edip duruyorsunuz?
       64. (Bunca uyarılara rağmen) onu yalancılıkla suçlamaya devam ettiler. Bunun üzerine, Biz de (büyük bir tufan gönderdik ve) onu ve gemide beraberinde olan (inanan)ları kurtardık. Ayetlerimizi yalan sayanları da suda boğduk. Çünkü onlar gerçekten, (gönül gözleri) kör (olmuş inatçı ve zalim) bir toplum idiler.

       “Nuh Tufanının” bütün dünyayı kapsadığını iddia edenler olsa da ayette geçen “ayetlerimizi yalan sayanları suda boğduk” ifadesi açıkça gösteriyor ki bu olay, Hz. Nuh’un ve kavminin yaşadığı bölgede vuku bulmuştur. Çünkü Hz. Nuh, kendi yaşadığı bölgenin toplumuna peygamber olarak gelmişti ve getirdiği öğretiyi diğer toplumlara ulaştırma imkânı da yoktu. Ayette zikredilen ve isyanları yüzünden boğulan insanlar da o toplumun fertleriydi. İsra suresinin 17/15. âyetinde; “Biz, peygamber göndermedikçe hiç kimseye azap etmeyiz” buyruluyor. Bu da gösteriyor ki; kendi toplumu Hz. Nuh’a iman etmedi, zulme ve isyana devam etti diye Allah diğer toplumlara, milletlere azap etmez. Buradan da anlaşılıyor ki; Nuh tufanı bölgesel bir hadisedir, tufana uğrayanlarda o bölgede yaşayan insanlardır.

       65. Âd kavmine de kardeşleri Hud’u gönderdik. O dedi ki: “Ey milletim! Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilahınız yoktur. Siz hâlâ (Allah’ın azabından) sakınmayacak mısınız?”

       Âd kavmi, Nuh kavmi gibi isyanları yüzünden Allah’ın gazabına uğrayarak yok olan eski bir Arap kabilesidir. Âd, Hz. Nuh’un torunlarından olan Avs’ın oğludur. Hz. Nuh’un oğlu Sam, Sam’ın oğlu İrem, İrem’in oğlu Avs, Avs’ın oğlu da Âd’dır. Âd kavminin putperest bir millet olduğu “Semud” ve “Hetar” adında iki büyük putları bulunduğu söylenir. Umman ile Aden’in doğusuna düşen Hadramut arasında yaşadıkları sanılmaktadır. Hadramut, Yemen’in doğusunda yer alan bir bölgedir.

       66. Halkından ileri gelen inkârcılar ona: “Biz seni aptal olarak görüyoruz ve bir yalancı olduğunu düşünüyoruz” dediler.
       67. Hud onlara dedi ki: “Bende bir aptallık yoktur, tersine tüm varlıkların Rabbi tarafından gönderilen bir elçiyim.”
       68. “Size Rabbimin vahiy ile gelen buyruklarını tebliğ ediyorum. Ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim.”

       Aynı ifadeyi Hz. Nuh da kullanmıştır. “Size Rabbimin vahiy ile gelen buyruklarını tebliğ ediyorum” demek, “bu anlattıklarıma kendi düşüncelerimi katmıyorum” demektir. “Ben sizin için güvenilir bir elçiyim” ifadesi bu ayetle beraber Kur’an’da altı kez zikredilmiştir. 26/107’de Hz. Nuh, 125’te Hz. Hud, 143’de Hz. Salih, 162’de Hz. Lût ve 178’de Hz. Şuayip peygamberler kullanmıştır. Demek anlatılanların tek başına doğru olması yetmiyor, anlatanın da doğru ve güvenilir olması gerekiyor. Hz. Muhammed için “emin, güvenilir” vurgusu bu anlamda çok önemlidir. Bugün dünyanın geldiği noktada Kur’an’daki evrensel ahlâkî mesajlara şiddetle ihtiyaç duyulmasına rağmen İslam’ın ilgi görmemesinin temelinde “din adamları” diye adlandırdığımız -genelleme yapmıyorum- kesimin ve takipçilerinin payı var mıdır? Hz. Peygamber’in çağrısının getirdiği ahlakî ve manevî disipline uymak konusunda Müslümanlar olması gereken yerde midir? Yani İslam’ı sözde tebliğ için yola çıkanlar İslam’ın önünde bir model midir yoksa engel mi? Öyle ya, her mümin erişebildiği herkese güvenilirlik vasfıyla inandıklarını tebliğ etmekle yükümlüdür. Bu konuda biraz düşünmemiz gerekir.

       69. “(Cehennem azabına karşı) sizi uyarması için kendi aranızdan biri aracılığıyla Rabbiniz tarafından size öğüt verici bir mesajın gelmesine mi hayret ediyorsunuz? Düşünün ki; Nuh toplumunun ardından size (büyük bir) güç (ve yetenek) vererek (bu topraklarda) egemen olmanızı sağladı. Ve artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz!” Bkz. 10/2, 38/4
       70. (Soydaşları ona:) “Sen bize tek Allah’a kulluk edelim, atalarımızın taptıkları ilâhları bırakalım diye mi geldin? Eğer söylediklerin doğru ise ilerde uğrayacağımızı söylediğin azabı şimdi başımıza getir de görelim (bakalım) dediler.”
       71. (Bunun üzerine Hud) dedi ki: “Rabbinizin layık gördüğü ürkütücü bir bela ve gazapla kuşatılmış durumdasınız zaten! Şimdi, Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği, yalnızca sizin ve atalarınızın taktığı (uydurma) isim(li put)lar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? (O kaçınılmaz olan azabı) bekleyin öyleyse; doğrusu ben de sizinle beraber bekleyeceğim!”
       72. Biz, (engin lütuf ve) rahmetimizle, Hud’u ve beraberindeki (mü’min)leri (zalimlerin elinden) kurtardık, ayetlerimizi yalanlayanların, iman etmeyenlerin (zulme ve haksızlığa devam edenlerin) kökünü kazıdık. Bkz. 69/6-8

       Âd kavminin helâki, Hakka 69/6-7. âyetlerinde şöyle anlatılmaktadır: Âd kavmi, yedi gece, sekiz gün kesintisiz olarak salıverilen uğultulu ve dondurucu bir kasırga ile helâk edilmiştir.

       73. Semud kavmine de kardeşleri Salih’i (elçi olarak görevlendirdik). Dedi ki: “Ey kavmim! (Yalnızca) Allah’a kulluk edin. (Zira) sizin O’ndan başka ilahınız yok. Bakın size Rabbinizden açık bir mucize gelmiştir. İşte şu; Allah’ın devesi. Bu sizin için bir delildir. Bırakın onu da Allah’ın mülkünde yesin, içsin. Sakın ona bir kötülük etmeyin! Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar.” Bkz. 11/64, 17/59, 26/155, 54/27-28

       Semud kavmi, Ad kavminden az bir zaman sonra gelmiş ve Ad kavminin topraklarına sahip olmuş saygın bir toplumdur. Öyle ki; eski Yunan ve Rum tarihçileri de Semud halkından bahsederler. Söylendiğine göre; Kuzeybatı Arabistan’da Hicr denilen bölgede yaşamış bu insanlar, Salih Peygamberden bir mucize isteyerek: “Eğer sen gerçekten peygambersen bizim için Allah’tan dişi bir deve iste” dediler. Salih peygamber de dua etti ve Kamer suresinin 54/27. ayetinde ifade buyrulduğu gibi Allah da onlara dişi bir deve gönderdi. Bu mucize karşısında inananlar olduysa da Hakkı inkâra şartlanmış olanlar inanmadılar. Hz. Salih deveye dokunmamalarını istedi ama onlar inadına deveyi ayaklarını keserek öldürdüler. Hz. Salih’in Kur’an’da muhtelif yerlerde sözü geçen bu sahipsiz hayvana kavminin iyi davranması yönündeki özel ısrarı; zayıf durumda olan herkese kaba kuvvet kullanan despot ve bozguncu kavminin kalplerinin yumuşaması, küstahlıklarının azalması yönünde bir gayreti olduğunu göstermektedir.

       74. “Allah’ın sizi Âd kavminden sonra onların yerine geçirdiğini ve ovalarında köşkler edinip dağlarında yontma evler yaptığınız bir bölgeye yerleştirdiğini hatırlayın! (Evet) Allah’ın nimetlerini hatırlayın ki yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan kaçınınız!”
       75. (Salih’in bu çağrısına karşılık) kavminden imana gelmeyip kibirlenenler, içlerinden iman eden zayıflar için, alay yollu, şöyle dediler: “Siz Salih’in hakikaten Rabbi tarafından gönderilmiş bir resul olduğuna inanıyor musunuz?” Onlar da: “Doğrusu biz, (ona ve) onun aracılığıyla gönderilen her şeye iman ediyoruz” dediler.
       76. (Buna rağmen) büyüklük taslayanlar dediler ki: “Biz de sizin iman ettiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.”
       77. Ve böyle (diyerek Allah’a itaatin simgesi olan) dişi deveyi yatırıp hunharca kestiler ve böylece Rablerinin buyruğuna burun kıvırıp sırt çevirdiler. Ve (bununla da kalmayıp): “Ey Salih! Eğer gerçekten Allah’ın elçilerinden biriysen, haydi getir şu bizi korkutup durduğun azabı!” dediler. Bkz. 11/63, 26/157

       Ayette, doğrudan deveyi öldürdüler anlamında “katele” sözcüğü değil de işkenceyle öldürdüler anlamındaki “akere” sözcüğü kullanılıyor. Çünkü onlar fıtratlarıyla çelişen bir tavır sergileyerek deveyi normal şartlarda değil de işkenceyle öldürdüler. Böylece hem Allah’a büyük bir saygısızlık gösterdiler hem de peygamberlerini aşağılamak konusunda kendilerince bir eylem ortaya koydular.

       78. Derken, onları (müthiş bir gürültüyle patlayan bir) sarsıntı/deprem yakalayıverdi ve evlerinde birbiri üzerine yığılarak ölüverdiler. Bkz. 7/91
       79. (Salih de onların düştüğü bu felaketi görünce) onlardan yüz çevirip şöyle dedi: “Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin mesajını tebliğ ettim ve (iyiliğiniz için) size öğüt verdim; Anlaşıldı ki, siz öğüt verenlerden hoşlanmıyorsunuz.”
       80. Hani Lût da (erkek erkeğe sapık ilişkilere giren) kavmine şöyle demişti: “Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?”

       Lût Peygamber, Hz. İbrahim’in kardeşi Haran’ın oğludur. “Sedün” yöresine (Lût Gölünün) bulunduğu yere peygamber olarak gönderilmiştir. Lût Kavmi MÖ 1900 yıllarına kadar varlığını sürdürmüştür. Arkeolojik incelemelere göre Kavmin yaşadığı yerin, bugün Kızıldeniz’in kuzeyinde Ürdün-İsrail sınırında Lût Gölü yakınlarında olduğu söylenmektedir.

       81. “Çünkü siz; kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, çok aşırı giden bir toplumsunuz.”

       Bu ayetlerle Lût kavminin kıssası anlatılarak, hayvanlar dünyasında bile eşine rastlanmayan erkekle erkeğin ilişkisi (homoseksüellik-eşcinsellik) ağır bir dille kınanıyor. İmandan mahrum ve vahiyden kopuk olarak fıtrat bozulması yaşayan, yaratılış safiyetinden bütünüyle uzaklaşan insanların her an ne yapacağının belli olamayacağına, hayvanların bile ortaya koymadığı davranışlar (Furkan 25/44) sergileyebileceğine dikkat çekiliyor.
       Bugün bile kalıntılarına rastlanan bu kavmin yaptıklarını Kur’an, yaşayan milletlere ibret olsun diye 27 yerde anlatmaktadır. Bugün, eşcinsellik dünyanın geneli tarafından kabul görmese de bu işi normal karşılayanların ve hatta destekleyenlerin sayısı her geçen gün çığ gibi büyümektedir. Lut kıssalarında farklı versiyonlarla sık sık dile getirilen felaketler; yaşadığımız dünyada bu tip ahlaksızlıkların hayata geçirilmesi durumunda aynı felaketlerin tekrar edebileceği konusunda uyarı niteliğindedir.

       82. Halkının (bu uyarıya) verdiği cevap şundan ibaret oldu: “Bunları (Lut’u ve taraftarlarını) şehrinizden çıkarın; belli ki bunlar temizliğe fazla düşkün insanlarmış!”

       Hz. Lut’un davetine karşı kavminin cevabı; “Onları şehirlerinden çıkarmak” kararı olmuş ve böylece, Hz. Lût’la kavmi arasında yıllar sürecek zorlu bir mücadele başlamıştır. Ayrıca Neml 27/56. âyetinde Lut kavminin sürgünle ilgili gayretlerini görüyoruz. Bu da o insanların kötülükte ve ahlaksızlıkta ne kadar ileri gittiğini göstermektedir. “Temizliğe fazla düşkün insanlarmış” ifadesi, aynı zamanda alay dolu bir ifadedir. Yani “Lut, ahlak polisliği yaparak bize rehberlik etmek istiyorsa bizim böyle bir şeye ihtiyacımız yok” demektir.

       83. Bunun üzerine biz de Lût’u ve eşi dışındaki yakınlarını kurtardık. Eşi ise geride kalıp helak olanlardan oldu. Bkz. 11/81, 21/74, 66/10

       Hz. Lût’un karısı inkârcıların zulmünü onaylayarak o zalimlerle birlikte hareket ediyordu. O da Hz. Nuh’un karısı gibi kocasına ihanet edenlerdendi. Bu konu Tahrim suresi 66/10. âyetinde şu şekilde anlatılmaktadır: “Allah, inkârcılara, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını örnek gösterdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kişinin nikâhları altında bulunuyorlardı. Derken onlara hainlik ettiler de kocaları, Allah’ın azabından hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: “Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin ateşe!” denilir.

       84. Ve (geride kalanların) üzerlerine (helak edici) bir yağmur yağdırdık. İşte görün, günaha gömülüp gidenlerin (ve isyana dalanların) başına geleni!
       85. Medyen toplumuna da kardeşleri Şuayb’ı (elçi olarak) gönderdik. Şuayb onlara dedi ki: “Ey milletim! Allah’a kulluk  edin, O’ndan başka bir ilâhınız yoktur. İşte size Rabbiniz tarafından açık bir delil geldi: Artık ölçüde ve tartıda dürüst olun, insanların eşyalarını eksik vermeyin, yeryüzünde huzur sağlandıktan sonra bozgunculuk çıkarmayın! Eğer inanıyorsanız sizin için hayırlı olan budur.” Bkz. 11/84, 29/36

       Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke halklarına peygamber olarak gönderilmiştir. Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzey batısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, güney Filistin’e Akabe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgede yer alır. Medyen aynı zamanda İbrahim Peygamberin oğlunun da ismidir. Bunun torunlarına Medyen halkı, yaşadıkları yere de Medyen denmiştir. Medyenliler putperest olmakla beraber hırsızlıkta, vurgunda, hilekârlıkta ve insan haklarını ihlalde tarihe geçmişlerdir. Hz. Şuayb, Hz. İbrahim’in torunlarından Mikail’in oğludur. Annesi Hz. Lut’un kızıdır. Şuayb peygamber kızı Safura’yı Hz. Musa ile evlendirerek aynı zamanda onun kayınbabası olmuştur.

       86. “Bir de inanan herkesi tehditle Allah’ın yolundan dönmeye zorlayarak ve (aldatıcı propagandalarla) onu eğri göstermeye çalışarak (doğruya götüren) her yolun kıyısında pusuya yatmayın! Ve hatırlayın ki, siz pek az idiniz de (Allah) sizi çoğalttı (güçlü ve varlıklı bir toplum yaptı). Ve bakın ki (sizden önce yeryüzünde) fesat çıkaranların sonu ne olmuş (bundan ibret alın)!”
       87. (Ey kavmim!) “Eğer içinizden bir grup, benimle gönderilen (hakikat)e inanır, diğer bir grup inanmazsa, o taktirde Allah aramızda hükmünü verinceye kadar bekleyin! Zira O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”
       88. (Şuayb’ın sözlerine karşılık) kavmi içinde ileri gelen, kendini beğenmiş kimseler dediler ki: “Ey Şuayb! Hiç şüphen olmasın ki, ya seni ve inanan yoldaşlarını ülkemizden sürgün edeceğiz yahut kesin bir biçimde bizim yolumuza döneceksiniz!” O da: “Peki, ya bunu (sürgünü ya da yolunuza dönmeyi) istemiyorsak ne olacak?” dedi.
       89. “Allah, bizi ondan (sizin bâtıl dininizden) kurtardıktan sonra yine ona dönecek olursak, doğrusu Allah’a iftira etmiş oluruz. Rabbimiz olan Allah’ın dilemesi olmadıkça, sizin inancınıza dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin (sonsuz) ilmi her şeyi kuşatmıştır. Ancak Allah’a dayanıp güvendik biz. Ey Rabbimiz! Kavmimizle bizim aramızda sen, hak ile hüküm ver. Sen, hüküm verenlerin en hayırlısısın.”

       Son cümleden anlaşılıyor ki Hz. Şuayb, taammüden Hakk’ın karşısında olan bu ısrarcı kâfirlerin imana geleceğinden iyice ümidini kesmiş, Hz. Nuh’un, Hz. Lût’un ve Hz. Salih’in kavmi gibi akıbetlerini Allah’a bırakmıştır.

       90. Kavminden inkârcıların ileri gelenleri dediler ki: “Şuayb’e uyarsanız; kesinlikle zarara uğrar, perişan olursunuz.”
       91. Derken, onları (müthiş bir gürültüyle patlayan bir) sarsıntı/deprem yakalayıverdi ve evlerinde birbiri üzerine yığılarak ölüverdiler. Bkz. 7/78, 11/84

       Hz. Salih’in kavmi de benzer bir felakete maruz kalmıştı. (A’râf 7/78) “Recfeh” sözcüğüne, “birbiri üzerine yığılarak öldüler” anlamı vermek en doğru olandır. Bu felaketlerin yaşandığı Akabe körfezi kıyısında yer alan bölgenin jeolojik yapısı incelendiğinde, söz konusu bölgenin geçmişte volkanik hareketlere maruz kaldığı anlaşılmaktadır.

       92. Şuayb’ı yalanlayanlar, (öyle bir azaba uğradılar ki) sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi (kendileri yalan) oldular. Evet, Şuayb’ı yalanlayanlar, hüsrana uğrayanlar işte onlar oldular. Bkz. 11/95
       93. (Ve nihayet Şuayb onların düştüğü bu felaketi görünce) yanlarından dönüp giderken şöyle dedi: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiklerini tebliğ ettim ve size nasihat de ettim (ama fayda vermedi). Nankörlük etmiş bir topluluk için nasıl acıyabilirim?”

       Demek Hz. Şuayb, kavminin bu durumuna önce üzülmüş fakat onların yaptıklarını hatırlayınca üzülmesine gerek kalmadığını ve Allah’ın gazabına layık olduklarını düşünerek kederlenmenin yersiz olduğunu anlamış.

       94. Biz hangi bir bölgeye/topluma bir nebi (veya elçi) gönderdiysek ora halkını (gaflet uykusundan uyansınlar, aciz olduklarını anlasınlar ve) yalvarıp yakarsınlar diye bir takım zorluk ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz (imtihan etmişiz)dir.

       Allah varlığı yaratır ve yasalarını da koyar. Burada da bir yasa ortaya konuyor ve ilahi takdirin aşamalarından bahsediliyor. Peygamberlerin gönderilmesi, kitapların indirilmesi ve bunlara karşı çıkanların cezalandırılması bu ilahi yasanın işlemesidir. Başta insan olmak üzere evrende var olan her şey bir plan ve program çerçevesinde hayatını sürdürür. Allah sebepsiz yere kimseyi sıkıntıya sokmaz, gereksiz yere ceza vermez. Ayetin son cümlesindeki “zorluk ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz” anlatımı peygamberlere başkaldıranlar için geçerlidir. Yoksa elçinin gelmesini zorunlu hale getirmek için insanların saptırılması asla sözkonusu değildir. Allah, fıtrat bozulması yaşayan ve dünyayı çekilmez hale getiren insanlara peygamberler gönderdiği halde onları yalanlayanları farklı ruhi ve bedeni hastalıklara ve mali sıkıntılara maruz bırakır. Sıkıntılara maruz kalanlardan aklını başına devşirerek aslına dönenler kurtulur ama isyana ve zulme devam edenler helak olur giderler.

       95. Sonra da o darlığı değiştirip yerine genişlik (bolluk) getiririz ki; refahı tatsınlar ve kendi kendilerine “atalarımız da darlığa ve sıkıntıya düşmüşlerdi” desinler. İşte Bunun üzerine, hiç beklemedikleri bir anda (korkunç bir azap ile) onları ansızın yakalayıveririz! Bkz. 45/24
       96. Eğer o memleketlerin ahalisi iman edip Allah’tan sakınsalardı elbette üzerlerine yerden gökten bereket kapıları açardık. Ama gerçeği yalanladılar ve biz de yaptıklarından dolayı onları kıskıvrak yakaladık.
       97. O halde, hangi memleketin insanları, (yapacakları yüzünden) azabımızın, geceleyin onlar uykudayken ansızın başlarına gelmeyeceğinden emin olabilir?
       98. Yahut hangi memleketin halkı, (işleyecekleri kötü fiillerden dolayı) azabımızın, güpegündüz onlar oyalanıp dururken başlarına gelmeyeceğinden emin olabilir?
       99. Yoksa onlar Allah’ın mekrinden (tuzağından, azabından) emin mi oldular? Hüsrana uğrayanlar topluluğundan başkası Allah’ın azabından emin olmaz. Bkz. 12/107

       “Mekr”, “hissedilmeyecek şekilde gizli ve ansızın başkasına zarar vermek, tuzak kurmak” demektir. “Allah’ın tuzağı” demek, onların hile ve tuzaklarını karşı bir tuzakla Allah’ın bozması demektir. Nitekim Ali İmran Suresi 3/54 ayetinde “Onlar (İsa’yı öldürmek için) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah, tuzak kuranların karşılığını en iyi verendir” buyrulmaktadır.

       100. Önceki kuşakların (helâk oluşunun) arkasından yeryüzüne varis olanlar için (şu gerçek) hala ortaya çıkmadı mı: Eğer dileseydik kendi günahları yüzünden onları da mahvedebilirdik; hem de (hakikati) idrak etmesinler diye kalplerine mühür basarak!
       101. İşte o memleketlerin haberlerinin bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki, resulleri onlara apaçık deliller getirmişti; ama onların daha önce de yalanladıkları şeye inanmaya hiç niyetleri yoktu. İşte Allah (inatları yüzünden) inkârcıların kalplerini böyle mühürler.

       Allah, insanlığın saadeti için her devirde peygamberler göndermiştir. İnsanlardan bu peygamberlere inananlar olduğu gibi karşı çıkanlar da olmuştur. Hiçbir gerekçeye dayanmadan sırf bozgunculuk olsun ve insanların doğru yola gitmesi engellensin diye peygamberleri alaya alarak ortalığı karıştıranların cezası çok ağır olmuştur. “Allah inkarcıların kalbine mühür basar” ifadesi mecazi olup, inkara şartlanmış olanların hakka direnmesine karşılık “kalp gözlerini köreltir ve böylece kendi kendilerini gerçeği göremez hale getirirler” demektir.

       102. Ve biz onların çoğunda doğru olan şeylere karşı (içsel) bir bağlılık (sadakat) bulmadık. Tersine, onların çoğunu yoldan çıkmış günahkârlar olarak bulduk.
       103. Sonra onların ardından Musa’yı ayetlerimizle Firavuna ve onun ileri gelen adamlarına gönderdik. Onlar buna karşı haksızlık ettiler. Sonra bak, o bozguncuların sonu ne oldu? Bkz. 20/42-79, 27/14

       Musa Peygamber M.Ö. 13. Yüzyılın ortalarında yaşadığı sanılmaktadır. Firavun, Mısır krallarına verilen addır. Ayette geçen Firavunun II. Ramses olduğu söylenmektedir. Musa ile Firavun arasında geçen kıssa Kur’an’da 22 yerde farklı üsluplarla anlatılmaktadır.
       Ayette geçen “mele’” kelimesi, aynı dünya görüşü etrafında birleşip, şekil ve görünüşleri ile dikkat çeken heyet, imtiyaz sahibi seçkinler, halkın ileri gelenleri, örneğin bir konseyin üyeleri, bir derneğin yönetim kurulu, bir parlamentonun temsilcileri, bir ordunun kuvvet komutanları, bir kuruma bağlı din adamları gibi.

       104. Musa dedi ki: “Ey Firavun, ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim!”
       105. “Bana düşen, Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylememektir. İşte size Rabbinizden apaçık delille çıkıp geldim. Öyleyse bırak artık, İsrailoğullarını benimle (birlikte Mısır’dan çıkıp atalarının yurdu olan Filistin’e) gelsinler!”

       Hz. Yusuf Mısır’da bakan olunca, babası Hz. Yakup ve oğulları (İsrailoğulları) Filistin’den çıkıp Mısır’a yerleşmişlerdi. Daha sonraki zamanlarda, Mısır Firavunları İsrailoğullarını esir gibi ağır işlerde kullanmaya başlamıştı. Hz. Musa da onları hem İslam’la şereflendirmek hem de Firavunların esaretinden kurtarıp, atalarının vatanı olan Filistin’e yerleştirmek istemişti.

       106. (Firavun) dedi ki: “Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan onu göster bakalım.”
       107. Bunun üzerine Musa, asasını yere bırakıverdi, o da birdenbire kocaman bir ejderha oldu.
       108. Ve elini (koynuna sokup) çıkardı ki, bir de ne görsünler o, bakan kimseler için parlak ve ışık saçıyordu!
       109. Firavunun kavminden ileri gelenler: “Doğrusu bu, bilgin bir sihirbazdır” dediler.
       110. “Tek amacı, sizi yurdunuzdan çıkarmak (ve tahtınızı ele geçirmek) isteyen biri!” (Bunun üzerine Firavun:) “Peki, (buna) ne (yapmamı) öneriyorsunuz?” diye sordu.
       111. Şöyle cevap verdiler: “Onu ve kardeşini bir süre alıkoy ve şehirlere davetçiler gönder.”

       Burada “kardeş” ifadesi, Harun Peygamberi işaret etmektedir. Zira Hz. Harun, Musa Peygamberin kardeşi olup ona yardımcı olarak gönderilmiş bir peygamberdir.
       
       112. “Bütün usta ve bilgin sihirbazları senin huzuruna toplayıp getirsinler.”

       113. Ve sihirbazlar Firavuna gelip: “Galip gelecek olursak, mutlaka bize büyük bir mükâfat verilir, değil mi?” dediler.
       114. Firavun: “Evet, yakın adamlarım arasına gireceksiniz” dedi.
       115. Sihirbazlar: “Ya Musa, önce sen mi hünerini ortaya koyacaksın, yoksa biz mi önce hünerimizi ortaya koyalım” dediler.
       116. (Musa:) “Siz koyun!” dedi. Ve onlar (asalarını) yere attıkları zaman, insanların gözlerini büyüyle bağladılar ve onları korkuyla şaşkına çevirdiler.
       117. Biz de Musa’ya: “Asanı bırak (yere at)!” diye vahyettik. Bir de baktılar ki (Musa’nın asası) onların uydurduklarını yutuyor.
       118. Böylece gerçek kendini gösterdi ve onların yaptıkları boşa çıktı.

       Burada Hz. Musa’nın eliyle meydana gelen fiilin gerçek bir mucize, ama düzenbaz sihirbazların yaptıklarının ise illüzyonist bir maharete dayanan bir beceri olduğu dile getirilmek isteniyor.
       Akılcılık yoluyla “Sünnetullah” üzerinden bu tür ayetleri anlamak zordur. Çünkü varlıklar üzerindeki Allah’ın değişmez yasalarından yola çıkılarak bir ağaç parçası olan asanın canlı bir yılana dönüşmesini kabul etmek mümkün olmaz. Bu konuları anlamak için vahiy ile uzlaşı içinde meseleleri yorumlayan akılla hareket etmek gerekir. Kur’an’daki kıssalar muhataplarına mesaj verme amacını taşıdığına göre bunların yaşanmışlıklarından daha ziyade anlatılan kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istendiğine bakmak lazım.

       119. Artık (böylece) orada onlar yenilmiş ve küçük düşmüşlerdi.
       120. Sihirbazlar (hemen) diz çöküp secdeye kapandılar.
       121-122. (Ve) “Musa ve Harun’un Rabbi olan âlemlerin Rabbine iman ettik” dediler.
       123. Firavun: “Ben size izin vermeden iman ettiniz ha!” dedi. “Şüphesiz bu bir hiledir, siz bunu yerli halkı oradan çıkarmak amacıyla şehirde planladınız. (Size ne yapacağımı) sonra anlayacaksınız!”
       124. “Karşı çıkmanızdan ve döneklik etmenizden dolayı işlerinizi bitireceğim, yetkilerinizi ellerinizden alacağım, sizi tutuklayıp seyahat özgürlüğünüzü elinizden alacağım sonra da hepinizi (çarmıha gererek) asacağım.” Bkz. 20/71, 26/49

       Ayette geçen “Leukatti’anne eydiyekum veerculekum min hilafin” cümlesi birçok mealde “ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim” şeklinde tercüme edilmiştir. Oysa bu ifade tamamıyla mecazidir. Yani “Ellerinizi keseceğim” demek; “işlerinizi bitireceğim, yetkilerinizi ellerinizden alacağım”; “ayaklarınızı keseceğim” demek; “artık bundan böyle özgürce dolaşamayacaksınız, sizi tutuklayacağım”, “Min hilafin” ise çaprazlama değil, “karşı çıkmanızdan, döneklik etmenizden dolayı” demektir.

       125. Onlar da: “(Ne yaparsan yap), biz zaten Rabbimize döneceğiz!” dediler.
       126. “Ve sen ancak Rabbimizin ayetleri bize gelince onlara inandık diye bizden öç alıyorsun. Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve canımızı Müslüman olarak al!” diye dua ettiler. Bkz. 5/59, 9/74, 85/8
       127. Firavunun kavminin ileri gelenleri: “Peki,” dediler, “Musa ve halkının ülkede karışıklık çıkarıp sana uyanları senden ve senin topraklarından uzaklaştırmalarına göz mü yumacaksın?” (Firavun:) “Onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Çünkü gerçekten onların üzerinde ezici bir gücümüz var!” dedi.
       128. Musa kavmine: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki, yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Ve istikbal Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlarındır” dedi.
       129. Kavmi ona: “Biz, sen gelmeden önce de çok eziyet çektik, geldikten sonra da!” dediler. (Musa cevaben:) “Belki de Rabbiniz düşmanınızı yok edip yeryüzüne sizi varis kılacak ve sonra sizin nasıl (ve neler) yaptığınıza bakacak!”

       Ehemmiyetine binaen Kur’an’da birçok kez anlatıldığı gibi Allah, daha sonraki zamanlarda Firavun ve kavmini yaptıkları kötülükler yüzünden suda boğarak bu vaadini yerine getirmiş ve iyi niyet ve samimi duruşlarından dolayı da İsrailoğullarını onların yurtlarına ve mallarına yerleştirmiştir.

       130. Andolsun ki; biz, Firavun hanedanını düşünüp ibret alırlar diye yıllarca kuraklık ve mahsul kıtlığına mahkûm ettik.

       Allah, insanları bollukla ve toklukla imtihan ettiği gibi yoklukla ve yoksullukla da dener. Kuraklık yoluyla gelen kıtlık, tamamıyla helak olmaktan çok daha ehvendir. Allah, insanlar felaketi hak etseler de önce onlara yoksulluk ve kıtlık gibi hadiselerle tevbe imkânı sunar. Yani artçı musibetlerle akıllarını başlarına devşirmelerini ister. Tevbe edip kendilerine geldikleri takdirde helak olmaktan kurtulurlar. Ama azgınlıklarına ısrarla devam ederlerse helak olup giderler. Nitekim Kur’an’da bunun çokça örneklerini görmekteyiz.

       131. Onlara bir iyilik geldiğinde: “Bu, bizim içindir” derlerdi. Ne zaman da başları dara düşse bunu Musa ve onun yandaşlarının uğursuzluğuna verirlerdi. Şüphesiz, onların uğursuzlukları (yaptıkları yüzünden) Allah tarafından öngörülmüştür. Ne var ki, çokları bunu bilmezler.
       132. (Firavunun yandaşları, Musa’ya) dediler ki: “Bizi büyülemek için her ne getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.”
       133. Bunun üzerine biz de onlara, ayrı ayrı birer mucize olarak tufan (su baskını, hayatı felç eden) çekirge sürüsü, (ürünlere zarar veren) böcekler, kurbağalar ve (sularını kızıla boyayan) kan gönderdik. Yine de büyüklük taslayarak günahkâr bir toplum oldular.

       Firavun ve halkına gönderilen bu felaketlerin mahiyetlerinin herhangi Kur’ânî bir dayanağı yoktur. Bunlarla ilgili detay açıklamalar tamamen İsrailiyat kaynaklıdır. Hz. Musa’ya verilen dokuz mucize ile ilgili “Mûsâ’ya apaçık dokuz mu‘cize verdik”. (İsra 17/101 ve Neml 27/12) detaylar Kur’an’da farklı şekillerde, değişik yerlerde işlenmiştir. “Doğrusu biz, Musa’yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik” (Hûd 11/96, Mü’min 24/23)

       134. Azap üzerlerine çökünce: “Ey Musa sana verdiği söze dayanarak, bizim için Rabbine dua et! Eğer bu azabı bizden kaldırırsan, Andolsun ki, sana kesinlikle iman eder ve muhakkak İsrailoğullarını seninle birlikte (Mısır’dan) göndeririz” dediler.
       135. Fakat ne zaman ki sözlerini yerine getirmeleri için kendilerine süre verip de bu musibeti üzerlerinden kaldırdık, onlar yine verdikleri sözden caydılar.
       136. Bu yüzden; biz de onlardan intikam aldık (azap haklarını teslim ettik). Âyetlerimizi yalanlayıp umursamadıkları için hepsini denizde boğduk.

       “İntekame” kelimesi “intikam/öç almak”, “karşılığını çıkarmak”, hakkı teslim etmek” gibi farklı anlamlara gelir. Ancak Allah’ın intikamı, hak edileni vermek ve layık olanı teslim etmek şeklinde olunca burada bu kelimeye “hakkı teslim etmek” anlamı verdik. Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi onca uyarıya ve mucizeye rağmen Firavun ve avenesi Allah’tan gelen ayetleri yalanlamaya, zulme ve insanların hayatlarına kastetmeye devam edince Allah da hak ettiklerinin karşılığını teslim ederek denizde hayatlarına son verdi. Ayrıca ayeti günümüz için düşündüğümüzde Rabbimiz hiçbir haksızlığa, zulme, kötülüğe uğrayan mazlum ve mağdurun hakkını kimsede bırakmaz, faillerin de cezalarını verir şeklinde anlayabiliriz.

       137. O güne kadar horlanan, ezilen toplumu bereketlerle donattığımız toprakların doğusuna ve batısına mirasçı kıldık. İsrailoğullarının sabretmelerine karşılık, Rabbinin onlara verdiği o güzel söz gerçekleşti. (Zalimlere gelince;) Firavunun ve soydaşlarının ortaya koydukları eserleri ve yükselttikleri yapıları yıkıp yok ettik. Bkz. 28/5-6, 44/25-28

       Firavun, İsrailoğullarını çok ağır şartlarda çalıştırıyor, onlardan cizye alıyor, erkek çocuklarını öldürüyor, hiçbir şekilde onlara sosyal statü tanımıyordu. Yapılan bunca haksızlığa sabırla direnen İsrailoğulları Allah’a ve peygamberine olan iman ve sadakatlerinden dolayı ödüllendiriliyor. Ayette de ifade edildiği gibi Firavunun egemen olduğu Mısır ve Şam’ın doğu ve batısında bulunan verimli topraklar ellerine geçiyor ve o topraklardan elde ettikleri mahsullerle refah seviyeleri yükseliyor. Uzun müddet bu bölgede yaşayan İsrailoğulları daha sonra Kudüs ve Şam bölgelerini hakimiyetleri altına alarak hayatlarına o bölgede devam ediyor. Onun için Bakara suresi 2/47. âyetinde İsrailoğullarına bu nimetler hatırlatılıyor; “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetleri ve sizi bir zamanlar diğer kavimlere karşı üstün kıldığımı hatırlayın!”

       138. İsrailoğullarını denizden geçirdik. Onlar, (çölde) gönülden putlara tapan bir topluluğa (Amelika kavmine) rastladılar ve dediler ki: “Ey Musa! Onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap!” O da dedi ki: “Siz gerçekten cahil topluluksunuz.”

       Ayetin hemen ilk cümlesindeki; “İsrailoğullarını denizden geçirdik” ifadesi, “İsrailoğullarına özgürlük ve zulümden kurtuluş gibi lütufların ihsan edildiğini” gösteriyor. Her türlü sosyal ve siyasi nimetlerin başlangıcını oluşturan “denizden geçme” hadisesi Allah’ın yardımıyla Hz. Musa’nın bir mucizesi olarak gerçekleşiyor. Fakat İsrailoğulları yine de puta tapan ve Amalikalılar olduğu söylenen bir topluluğu görünce onlara özenerek Hz. Musa’dan kendilerine de bir put yapmasını istiyorlar. Demek onca ilahi desteğe ve mucizeye rağmen puta tapma geleneğinin etkisi hala üzerlerinde ve Allah’a olan imanları bu geleneği yıkacak güce tam ulaşamamış.

       139-140. (Musa) dedi ki: “Şüphe yok ki (imrendiğiniz bu toplumun) yaşam tarzları onları kaçınılmaz biçimde yok oluşa götürecek. Çünkü yaptıkları her şey boş ve değersizdir. O (Allah verdiği nimetlerle) sizi âlemlere üstün kılmışken, şimdi ben size Allah’tan başka bir ilah mı arayayım?”

       Firavun ’un zulmünden özgürlüğe kavuşan, Kızıldeniz’i geçtikten sonra Sina Çölünde yaşamlarını devam ettirebilmek için farklı nimetlerle desteklenen İsrailoğullarının hâlâ tapma duygularının canlı ve tapınmaya istekli olduğunu gören Allah, Bakara suresi 2/47 ayetinde olduğu gibi akıllarını başlarına devşirmeleri için onlara bir hatırlatma yapıyor.

       141. (Ey İsrailoğulları!) Hani sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size ağır eziyetler çektiriyor, oğullarınızı öldürüp kadınlarınızı (kızlarınızı) sağ bırakıyorlardı. Bu olaylar Rabbinizin size yönelik büyük bir sınavıdır. Bkz. 2/49, 28/4 ve dipnotu.
       142. Ve Musa için (Sina Dağında) otuz gecelik bir süre belirledik. Ve buna bir on gece daha ekledik ki böylece Rabbinin belirlediği süre kırk geceye tamamlandı. Ve Musa kardeşi Harun’a şöyle dedi: “Halkımın arasında benim yerime geç, dürüst (ve erdemli) davran, bozguncuların yoluna uyma!” Bkz. 2/51

       Bu ayet, Bakara suresi 2/51. “Biz Musa ile kırk gece için sözleşmiştik” ayetinin açıklaması niteliğindedir. Musa Peygamberin İsrailoğullarına dinlerinin esaslarını ve puta tapmanın zararlarını öğretecek Tevrat’ı alabilmesi için Tur Dağına çıkmış, orada otuz günü oruç tutarak ve otuz geceyi de ibadetle geçirerek kendisini manevi kirlerden temizlemiştir. Son on gün içinde de kendisine Tevrat indirilmiştir. Onun için ayette 30 gece ile 10 gece ayrı ayrı ifade edilmektedir. Kırk gün, kırk gece, kırk yıl gibi zamanlar insanın olgunlaşması için önemlidir. İsrailoğullarına Arz-ı Mukaddes kırk yıl yasaklanmıştır (Maide 5/26). İnsanın olgunluk yaşı Kur’an’da 40 olarak belirtilmiştir (Ahkâf, 46/15). Hz. Muhammed’e Peygamberliğin verildiği yaşın kırk olduğunu da bilmekteyiz.

       143. Ve Musa belirlediğimiz vakitte, tayin ettiğimiz yere (Sina Dağına) varınca, Rabbi ona konuştu. (Musa da:) “Ey Rabbim! Bana (kendini) göster ki sana bakayım!” dedi. (Allah:) “Beni (dünya gözüyle) asla göremezsin. (Çünkü gözlerin dünyadaki varlıkları görmeye programlanmıştır). Ama (illa da Beni görmek istiyorsan) şu dağa bir bak (şimdi ona görüneceğim); eğer o (sapasağlam) yerinde durabilirse o zaman sen de beni görebilirsin (demektir)!” Ve Rabbi dağa tecelli edince, onu paramparça etti ve (bunu gören) Musa bayılarak yere düştü. Sonra ayılıp kendine geldiğinde: “Sen ne yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin öncüsüyüm” dedi.
       144. (Bunun üzerine Allah) “Ey Musa!” dedi. “Hem sana verdiğim elçilik göreviyle ve hem de seninle konuşmamla, seni insanların başına seçtim. (Şimdi) sana verdiğimi (şu levhaları) al ve şükredenlerden ol.” Bkz. 4/164, 40/78

       Allah’ın, Hz. Musa’ya konuşmasını bir insanın diğer bir insanla konuşması gibi düşünmemek gerekir. Çünkü Allah’ın elçisi de olsa, insan gözü dünyalık varlıkları görebilmeye programlanmıştır. Güneşe bakmak için bile, katarakta sebep olabilecek ultraviyole ışınlarından korunmak için renkli veya koyu camlardan ve çeşitli biçimlerde yapılan filtreli özel görme cihazları kullanmak gerekirken, aynı gözler Allah’ı nasıl görecek ve buna nasıl dayanacak. Dünya gözüyle ancak Allah’ın yarattıklarında Allah’ı görmek mümkün olur.
       Kasas 28/30 ve Taha 20/11-14 ayetlerine bakıldığında Allah’ın Hz. Musa’ya konuşmasının mahiyeti daha iyi anlaşılacaktır. Bunlar Hz. Musa’nın aldığı ilk vahiydir ve bunlarla Hz. Musa peygamber olduğunu anlamıştır. Nitekim daha sonraki zamanlarda (Taha 20/17-18) da görüldüğü gibi bu konuşma farklı şekillerde devam etmiştir. “Sağ elindeki nedir ey Musa?” (Musa) Dedi ki: “O, benim asamdır.” Kuşkusuz Allah, Hz. Musa’nın elindekinin asa olduğunu bilmektedir. Fakat Hz. Musa’yı eğitmek, onun heyecanını azaltmak ve ona Kendi gücünü göstermek için böyle hitap etmiştir.

       145. Biz ona (Tevrat’a ait) levhalarda, insanlara öğüt olmak üzere her şeyi açık olarak yazdık. “Ona sıkıca sarıl! Kavmine de emret, onları en güzel şekilde tutsunlar. Yakında size (ibret almanız için) yoldan çıkanların yurdunu ne hale getirdiğimi göstereceğim” (dedik). Bkz. 19/12

       Tevrat, parça parça değil levhalara yazılı olarak bir defada bir bütün olarak indirilmiştir. Ancak bu levhaların mahiyeti, ne zaman ve nasıl indiği, nerede ve nasıl yazıldığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Tevrat’ın Hz. Musa tarafından papirüs kil levhaları üzerine yazıldığı söylense de ağırlık, Allah’ın Tevrat’ı levhalara yazdığı” şeklindedir. Tevrat, bu levhaların taştan olduğunu ve yazıların bizzat Allah tarafından yazıldığını yani Allah’ın öğretileri taşa print edildiğini bildirir. Kur’an da Tevrat Levhalarını Allah’a izafe etmekle beraber detaya girmemektedir. A’râf 7/150’de “Tevrat levhalarını bıraktı” ve 7/154’de“Tevrat levhalarını aldı” buyrulmaktadır.

       146. Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri (kalplerini mühürleyerek) ayetlerim(i anlamak)tan uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de (inatlarından) iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Ama azgınlık yolunu görseler, onu hemen kendilerine yol edinirler. Bütün bunlar, ayetlerimizi yalanlamış olmalarından ve ondan gafil bulunmalarından ileri gelmektedir.
       147. Ayetlerimizi ve ahiret karşılaşmasını yalanlayanların bütün çalışmaları boşa gitmiştir. Yoksa onlar, yaptıklarının karşılığından başka bir şeyle ödüllendirilmeyi mi bekliyorlardı?
       148. (Musa, Tevrat levhalarını almak için Tur’a gittiği zaman) kavmi onun arkasından ziynet/süs eşyalarından (esen rüzgarla) böğürtü sesi çıkaran bir buzağı heykeline tapınmaya başladırlar. Görmemişler miydi ki o heykel onlara hitap edemiyordu ve kendilerine yol da gösteremiyordu. Ama buna rağmen onu tanrı edindiler ve zalimlerden oldular. Bkz.2/51 ve dipnotu, 54, 92, 4/153, 20/88

       Buradan anlaşılıyor ki; İsrailoğulları tapınma geleneğinden bir türlü kopamıyor. Kendilerini Firavun’un zulmünden kurtararak Allah’ın yardımıyla bulundukları bölgenin en üstün toplumu durumuna getiren peygamberleri Allah’tan vahiy almaya gidiyor, onlar da peygamberlerini hevesle ve heyecanla beklemesi gerekirken, fırsat bu fırsattır diyerek Hz. Musa’nın arkasından buzağıya taparak dönekliklerini ortaya koyuyor. Hz. Musa’ya inanan ve fakat en küçük bir fırsatta onu yalnız bırakan, o günün dönek İsrailoğulları ile, Hz. Muhammed’e inandığı halde çok küçük bir dünyalık çıkar için onu yalnız bırakabilen Müslümanın ne farkı var?

       149. (Nihayet İsrailoğulları yaptıklarına) pişman olup kendilerinin gerçekten doğru yoldan sapmış olduklarını anlayınca dediler ki: “Rabbimiz bize merhamet etmezse ve bizi bağışlamazsa muhakkak ki hüsrana uğrayanlardan oluruz.” Bkz. 20/92-94
       150. Musa kavmine döndüğünde, pek kızgın ve üzgün olarak şöyle dedi: “Benim arkamdan ne kötü işler yapmışsınız. Rabbinizin (azap) emrini çabuklaştırdınız, öyle mi?” (Elindeki) Tevrat levhalarını bıraktı ve kardeşini başından tutup kendisine doğru çekiyordu (ki Harun ona:) “Annem oğlu, bu topluluk beni güçsüz gördüler ve neredeyse beni öldüreceklerdi. Bari sen, düşmanları sevindirecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla birlikte değerlendirme!” dedi. Bkz. 20/94

       Burada Hz. Harun’un Musa Peygamber’e “annem oğlu” diye hitap etmesi çok manidardır. Annenin şefkati babaya nazaran daha fazla olduğu için onun merhametini celp etmek maksadıyla bu şekilde hitap etmiş olabilir. Ayrıca Kur’an’ın bu konuda bu kadar detaya girmesi de insana verilen değerin ehemmiyetiyle alakalıdır. Bu ayet, Hz. Harun’u altın buzağının yapımı konusunda suçlamaz. Onun tek hatası aralarında ayrılık doğmasından kaygılanarak halkın buzağıyı yapması ve ona tapması karşısında pasif kalmasıdır.
       “Musa’nın elindeki Tevrat levhalarını bırakması” günümüz Müslümanına ciddi mesaj niteliğindedir. Hz. Musa, Tevrat levhalarını yere bırakarak âdeta şu mesajı veriyor: “İlahi emir ve yasaklarla dolu olan bu levhalara uymak zorundayız. Bizim için esas olan bunların fiziksel yapısı değil, üzerlerine yazılı olan ilahi metinlerin anlamlarının hayata geçirilmesidir. Madem bunlara uymayacağız o halde bunları taşımanın da bir anlamı yoktur.” Bu konuda Cuma suresi 62/5. Ayetinde muhteşem bir benzetme yapılmaktadır. Bugün aynı durum Müslümanlar için de söz konusudur. Kur’an, yaldızlı ve kaliteli sayfalara basılıyor, kaliteli kapaklarla Mushaf haline getiriliyor, kadife kumaşlarla kaplanıyor, pahalı kutularda saklanıyor, torpidolarda korunuyor, dikiz aynalarında asılıyor, sandıklarda muhafaza ediliyor ama maalesef Hz. Musa’nın toplumunda olduğu gibi hükümlerine itibar edilmiyor. Tevrat ve Kur’an ilişkisi konusunda Hz. Musa’nın kavmiyle Hz. Muhammed’in ümmetinin bir bölümü ne kadar da birbirine benziyor.

       151. Musa dedi ki: “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al! Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
       152. Muhakkak ki buzağıyı ilah edinenlere Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir horluk erişecektir. İşte biz, yalan uyduranları böyle cezalandırırız.
       153. Ancak, kötü işler yapan ve sonra pişmanlık duyup (Hakk’a) inananlara gelince doğrusu, böyle bir tevbeden sonra şüphesiz senin Rabbin çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
       154. Musa’nın öfkesi yatışınca, levhaları koyduğu yerden aldı. Onların bir nüshasında, Rablerinden sakınanlar için doğru yolu gösterir belgeler ve rahmet (yazılı) idi.
       155. Musa, belirlediğimiz (ikinci bir) buluşma için kavminden yetmiş adam seçip ayırdı (ve onlarla Tur Dağına çıktılar. Bazıları Allah’ı doğrudan görmek istedi). Bunları da dayanılmaz bir sarsıntı tutuverince (Musa) dedi ki: “Rabbim, eğer dileseydin, onları da beni de daha önceden helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi de mi helak edeceksin? Bu, sırf senin bir imtihanındır. Onunla sen dilediğini (kötü niyetlerinden dolayı) sapıklıkta bırakırsın, dilediğini de (samimiyetinden dolayı) hidayete eriştirirsin. Sen bizim dostumuzsun. Öyleyse bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” Bkz. 2/55, 4/153

       Hz. Musa seçtiği yetmiş kişiyle tevbe etmek için Sina dağına çıkar. Hepsi orada secdeye kapanarak Allah’tan af dileğinde bulunur. Allah da Hz. Musa’ya dilediği gibi vahyeder, onlar da bunu duyarlar. Buna rağmen içlerinden -ayette de ifade edildiği gibi- bazı beyinsizler bundan tatmin olmayıp haddi aşarak Bakara suresi 2/55. âyetinde de ifade edildiği gibi “Ey Musa, biz Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayız” derler ve bunun üzerine şiddetli bir yıldırım sesiyle sarsılırlar.
       Yetmiş sayısında da kırk da olduğu gibi bazı hikmetler olabilir. Bir bakıma çokluğun sembolü olan bu ifade Tevbe Suresinin 9/80. ayetinde de “onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de Allah onları affetmeyecektir” yani “ne kadar dilersen dile faydası olmaz” şeklinde de kullanılmıştır.

       156. “Bize bu dünyada da ahirette de iyilik nasip et! Şüphesiz ki biz (tevbe edip) sana yöneldik.” Allah buyurdu ki: “Ben, eylemlerine göre dilediğim kimseyi azabıma uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlara, zekâtı verenlere ve ayetlerimize inananlara nasip edeceğim.”
       157. O (Ehl-i Kitap ola)nlar ki, ellerindeki Tevrat’ta ve (daha sonra da) İncil’de tanımlanmış olan, ümmi resule uyarlar. (Ve o resul) onlara yapılması doğru olanı tavsiye edip yapılması yanlış olanı yasaklar. Yine onlara temiz ve hoş şeyleri helal kılar, kötü ve çirkin şeyleri yasaklar. (Dinin aslında olmadığı halde insanların sırtına yüklenmiş olan) ağır sorumluluk yüklerini ve (cehalet ve bağnazlık) zincirlerini kaldırır. Ve sonuç olarak, ona inanan, onu destekleyen, ona yardım eden ve ona bahşedilen ışığın (Kur’an’ın) ardına onunla birlikte düşenler; işte böyleleri, nihai kurtuluşa, esenliğe erişen kimselerdir. Bkz. 10/94

       “Ümmi” kelimesinin Kur’an’da peygamberimizin bir özelliği olarak vurgulanması konusunda farklı yorumlar yapılmaktadır. Bazıları “ümmi” sözünden peygamberimizin okuma yazma bilmeyen bir insan olduğunu söylerken bazıları da ehli-kitap olmayan, o günün değişmiş, yozlaşmış, hurafelerle, sapkınlıklarla dolu dinlerin hiç birisine tabi olmayan bir insan olduğunu savunmaktadır.
       Bu konuda izlenecek olan en isabetli yol; “Ümmi” kelimesiyle ilgili Kur’an ayetlerini aklın ve mantığın süzgecinden geçirerek neticeye varmaktır. Bakara 2/78, Ali İmran 3/20, 75, Ankebût 29/48, Şura 42/52 ayetlerinden anlıyoruz ki; Hz. Peygamber, okuma yazma bilmeyen birisi değildi. Peygamberlik yaşına kadar ticaretle uğraşmış, kervanlara öncülük etmiş, bu sahada başarılı olmuş bir insanın okur-yazar olmaması mümkün olabilir mi? Ayrıca o kadar çalışmış didinmiş ve işinde başarılı olmuş, hayatın süzgecinden geçerek toplumun güvenini kazanmış bir insanın 40 yaşına kadar okuma yazmayı öğrenememesi düşünülebilir mi? Bizim bildiğimiz ve inandığımız bir gerçek vardır ki o da Hz. Muhammed, peygamber olduğu güne kadar şirke bulaşmamış, diğer dini kitapları okumamış ve herhangi bir ideolojik kodlamanın etkisi altına girmemiştir.

       158. De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben Allah’ın sizin hepinize gönderdiği bir resulüyüm. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur. O diriltir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve nebi olan ümmî resulüne iman edin. O da Allah’a ve O’nun sözlerine inanmaktadır. Ona iman edin ki doğru yolu bulmuş olasınız.” Bkz. 2/107, 34/28

       “Nebi olan ümmi resul” ifadesi, Hz. Peygamberin hem resul hem nebi ve hem de ümmi olduğunu anlatmaktadır. Yani resul ve nebi olan Muhammed daha önce ne şirke bulaşmıştır ne de kutsal kitapları okumuştur. O, fıtratıyla çelişen şer dürtülerin etkisinde kalmadan, ahlaki ve manevi kirlenmelerden korunarak tevhid dininin nebisi seçilmiştir.
Önceki Peygamberler, sadece kendi bölgelerine ve toplumlarına gönderilmiştir. Bu bakımdan “Eski Ahid” yalnızca İsrailoğullarına hitap etmektedir. Buna karşılık Kur’an’ın mesajı evrenseldir. Yani, bütün bir insanlığa hitap etmekte ve ne zamana bağlıdır ne de herhangi bir kültürel çevreye kayıtlıdır. Bunun içindir ki, Kur’an mesajının tebliği için görevlendirilen Hz. Peygamber, Enbiya 21/107 ayetinde “âlemlere/bütün toplumlara Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak tanımlanmıştır.

       159. Musa’nın (görevlendirildiği) toplum içinde öyleleri vardır ki; onlar (insanlara) hakkıyla rehberlik ederler ve o hakikat sayesinde adaletli davranırlar.
       160. Biz onları (İsrailoğullarını) ayrı topluluk halinde on iki kabileye ayırdık. (Tih Çölünde) kavmi kendisinden su isteyince, Musa’ya: “Asanı taşa vur!” diye vahyettik. (Musa asasıyla taşa vurur vurmaz) derhal on iki pınar fışkırdı. (Bu sayede on iki kabileden) her biri su alacağı yeri öğrendi. (Ayrıca çölün kavurucu sıcağından korumak için) üzerlerine bulutla gölge çektik ve onlara kudret helvası ile bıldırcın indirdik. (Sonra da onlara şöyle dedik:) “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin.” Ama onlar (buna rağmen emirlerimizi dinlemediler. Böyle yapmakla) bize bir zarar vermiyorlar, sadece kendilerine yazık ediyorlardı.

       İsrailoğulları, Yakup Peygamberin on iki oğlundan türeyerek on iki kabile halinde çoğalmışlardır. İsrailoğullarının tamamı Hz. Yakup peygamberin torunudur. Bakara suresinin 60. ayetinde görüldüğü gibi Musa Peygamber, İsrailoğulları arasında otorite kurmak ve kavgalara ve sürtüşmelere son vermek için bu on iki kabileyi -küçük de olsa- bugünkü deyimle eyaletlere ayırmıştı.
       Allah, İsrailoğullarını dışlanmışlık ve horlanmışlıktan kurtararak kutsal toprakların mirasçısı yapmak için Hz. Musa’nın kontrolünde Mısır’dan çıkarmıştı. Yahudiler de Allah’ın verdiği bu nimetlere karşın eski hatalarından vaz geçerek kulluklarını ortaya koymaları gerekiyordu. Fakat onlar, Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşamak yerine O’nun verdiği nimetlere büyük vefasızlık göstererek anarşi çıkarmaya, düzeni bozmaya, toplumu fesada uğratmaya devam ediyorlardı. Bu ayette Allah, hatalarıyla ma’ruf olan o günün İsrailoğullarına her zaman olduğu gibi farklı dönemlerde verdiği çeşitli nimetleri -ki bu nimetler o günün şartlarında sıradan nimetler değildi- hatırlatarak haddi aşmamaları ve şımarıklığa kapılarak aynı kötülükleri devam ettirmemeleri ve yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmamaları gerektiğine vurgu yapıyor.

       161. Hani (halkı zalim olan bir şehre yerleşecekleri zaman) onlara denmişti ki: “Bu şehre (Kudüs ya da Eriha’ya) yerleşin ve nimetlerinden de dilediğiniz gibi yiyiniz! (Fakat şehrin) kapısından girerken, başlarınızı eğerek (hürmet ve tevazu ile) girin ve ‘Rabbimiz! Bağışla bizi’ deyiniz ki, günahlarınızı bağışlayalım ve iyilik edenlerin mükâfatını artıralım.” Bkz. 2/58, 4/154
       162. Ama (ne yazık ki), onlardan kötülüğe eğilimli olanlar kendilerine söylenen sözü (tahrif edip) başka bir sözle değiştirdiler ve bu yüzden biz de yaptıkları bütün kötülüklerin karşılığı olarak onların üzerine gökten bir bela (veba) gönderdik.

       Ayette kastedilen; “bağışla” anlamına gelen “hıtta” kelimesiyle “buğday” anlamına gelen “hınta” kelimesinin değiştirilmesidir. İsrailoğullarından bazıları Allah’ın kendilerini affetmesi için söylemeleri gereken; “Ya Rabbi bizi affet” şeklindeki dua yerine “Ya Rabbi bize buğday ver” anlamına gelen bir cümle kullanırlardı ve böylece Hz. Musa’nın dua talebini ehemmiyetsiz hale getirerek onunla alay ederlerdi. Bu pervasızlıkları sebebiyle ayetin son cümlesinde ifade edildiği gibi bir saat gibi kısa bir zamanda binlerce İsrailoğlu veba salgını ile helâk olmuştur.

       163. Onlara, denizin kıyısındaki o kasaba (halkı)nın durumunu (başına gelen felaketi) sor. Hani onlar, (birtakım hileli yollarla) cumartesi gününü ihlal ederek haddi aşmışlardı. Zira tatil yaptıkları cumartesi günleri balıklar sürüyle geliyor, tatil yapmadıkları (diğer) günlerde ise gelmiyorlardı. Biz onları işledikleri kötülükler sebebiyle işte böyle deniyorduk. Bkz. 2/65, 4/47, 154, 16/124

       Ayette bahsi geçen yerin, Ürdün’ün Akabe körfezinin ucunda Eyle (Elath) şehri olduğu söylenir. Kızıldeniz kıyısındaki bu liman şehri, İsrail oğullarının parlak dönemlerinde her zaman önemli bir ticaret merkezi olmuştur.
       Hz. Musa, İsrailoğullarına cuma gününü ibadete tahsis etmelerini emretmiş ama onların çoğu buna uymamıştı. Bunun üzerine Allah cumartesi günü onlara balık avlamayı yasaklamıştı. Onlar bu yasağı da farklı hilelerle delerek itaatsizliklerine devam etmişti. Allah da onları yaptıkları yüzünden maymun huylu insanlara dönüştürmüştü. Konuyla ilgili olarak Nisa suresi 4/154’un açıklamasına bkz.

       164. Onlardan bir topluluk: “Allah’ın, (yaptıkları yüzünden) kendilerini helak edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dedi. (Öğüt verenler de) dediler ki: “Rabbinizin katında sorumlu olmayalım ve (bu bozguncular) belki böylece (öğüdümüzden etkilenirler de) sorumluluk bilincine erişerek erdemli bir hayatı tercih ederler diye” (öğüt veriyoruz).

       Ayetin son cümlesinden anlıyoruz ki; mü’min etrafında olup bitenlere seyirci kalmamalı ve asla “her koyun kendi bacağından asılır” dememeli. Durum ne olursa olsun, inanan bir birey olarak toplumun sorunlarına karşı duyarlı olmalı ve bütün insanlığı ihtiva edecek büyük bir hidayet projesinin içinde yer almalıdır.

       165. Onlar, kendilerine yapılan uyarıları unutunca; kötülükten sakındıranları kurtardık ve zalimleri, yoldan çıkmaları yüzünden ağır bir azap ile yakaladık.
       166. Sakındırıldıkları kötülüğü ısrarla ve küstahça işlemeye devam edince, kendilerine: “Birer aşağılık maymun olunuz” dedik. Bkz.2/65, 5/60

       Kur’an’da üç ayrı yerde (Bakara 2/65, Maide 5/60 ve A’raf Surelerinde) “maymunlaşın, maymuna dönün” ifadesi kullanılmıştır. Otoritelerin bir kısmı bunu zahiri anlamda değerlendirerek itaat etmeyenlerin maymuna döndüğü diğer bir kısmı da ruhen, karakter ve davranış bakımından maymuna benzetildikleri şeklinde yorumlamışlardır. Kur’an’ın genel anlam örgüsü içinde bir değerlendirme yaptığımız zaman ikinci görüşün daha doğru olacağını söyleyebiliriz. Bu durum Cuma 62/5 ayetinde “‘kitap yüklü eşeğin durumu gibidir”, A’raf 7/176 “Onun durumu; üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir” ve daha birçok örnekte olduğu gibi Allah’ın, o günkü Yahudilerin durumunu tasvir etmek için kullandığı mecazi bir ifadedir. Nitekim maymunlar karakterleri gereği ne yapacaklarına bir türlü karar veremeyen, sadece birbirlerini taklit eden ve gördüklerinin sırf dış görünüşlerine bakarak hareket eden, iştahlı ve doyumsuz varlıklardır. Adı geçen Yahudiler de Allah’ın hükümlerinin derinliğine bakmadan, iç hikmetini merak etmeden, insicamı üzerinde kafa yormadan sağlıklı karar veremedikleri, tutarsız ve istikrarsız bir hayat ortaya koydukları ve dünyalık nimetlere çok iştahlı oldukları için Allah onların karakterlerinin maymuna dönüştürüldüğünü anlatıyor.

       167. Ve (senin) Rabbin, (Yahudiler kötü alışkanlıklarından vazgeçmedikçe) kıyamet gününe kadar, onlara en kötü eziyeti yapacak (zalim) kimseleri başlarına musallat edeceğini bildirmiştir. Doğrusu, senin Rabbin ceza vermekte çabuktur, ama O aynı zamanda çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

       Yahudilerin tarihine bakıldığı zaman, bu ayetin hükmünün mucizevi tecellisine şahit oluyoruz.

       168. (Daha sonra) onları gruplara ayırarak yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler de vardır, aksine (inkârda ve isyanda) olanları da vardır. (Biz) belki (doğru yola) dönerler diye onları hem iyiliklerle hem de (kıtlık ve sıkıntı gibi) kötülüklerle imtihan ettik.
       169. Nihayet onlardan sonra gelen (bozuk) bir nesil Kitab’a (Tevrat’a) varis oldu. Şu geçici dünyanın değersiz malını alır ve “(nasıl olsa) biz bağışlanacağız” derlerdi. Kendilerine benzeri bir mal/menfaat gelse (aynı düşünce ile) onu da alırlardı. Peki, Kitap’ta Allah hakkında, gerçek dışında bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap’takini (defalarca) okumamışlar mıydı? Hâlbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıllanmayacak mısınız?

       Ayetten anlaşıldığına göre, dünyalık çıkarları için Tevrat’ın hükümlerini değiştiren o günün Yahudilerinin; “Allah nasıl olsa bizi bağışlayacaktır, bu kadar değişiklikten bir şey çıkmaz” demelerine ve daha sonra herhangi yeni bir menfaat için arkasından tevbe etmek şartıyla yine değişiklik yapabildiklerine dikkat çekiliyor. Ve bizleri de buna benzer şeyler yapmamamızla ilgili ikaz ediyor.

       170. Kitap’a sımsıkı sarılıp namazı ikame edenlere gelince; şüphesiz biz, böyle dürüst ve erdemli olmayı benimseyen ve bunu öğütleyen kimselerin hakkını elbette ziyan etmeyeceğiz.

       Ayet İsrailoğullarından bahsettiği için, “ekamu’s-salât” cümlesine, “namazlarını ikame edenler” yerine “kulluklarını yerine getirenler” manası verenler olsa da doğru olan “namazlarını ikame edenlerdir”. Çünkü namaz, bütün peygamberlerin şeraitinde bulunan yani mü’minlerin hayatında devamlı var olan temel bir ibadettir. Bu ayetten de anlaşılıyor ki Yahudilerin hayatında da namaz vardı.

       171. Hani o dağı (Tur-i Sina Dağı’nı tehdit için İsrailoğullarının) başına (bir bulut gibi) kaldırmıştık da onlar dağın üzerlerine düşeceğini sanmışlardı. Bu durumda kendilerine: “Size verdiğimiz Kitab’a sımsıkı sarılın ve içindeki mesajları sürekli aklınızda tutun. Böylelikle korunmuş olursunuz” demiştik. Bkz. 2/93, 4/154
       172. Kıyamet gününde: “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz diye, hani Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkarmış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim (demişti)?” Onlar da: “Evet (Rabbimizsin) şahit olduk” demişlerdi. Bkz. 5/7 ve dipnotu, 57/8

       “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet, rabbimizsin” şeklindeki karşılıklı konuşma hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. Bu sözün ezelde mi, ana rahminde mi yoksa sorumluluk yaşına gelen insanın Müslüman olduğuna karar vermesiyle mi verildiği bilinmemektedir. Ancak, Kur’an’da çokça görülen, Allah’ın yaratıcı eylemini ve insanın da buna varoluşsal tepkisini dile getirmek için kullanılan temsîlî ifadeler de bulunmaktadır. Bu konuşma da onlardan bir tanesi olabilir. Ya da metaforik bir anlatımla; Allah’ın, insanı yaratırken -ki ayette bellerinden zürriyetlerin çıkarmasına vurgu yapılıyor- onun künhüne Yaratıcıyı idrak etme eğilimi yerleştirdiğini de ifade etmiş olabilir.

       173. Ya da: “(Başka bir gerekçe önce sürerek, ne yapalım) vaktiyle atalarımız müşrik olmuşlardı, biz ise onlardan sonra gelen (ve onların yolundan giden) kuşaklardık. Bizi eğri yola sapanların yaptıklarından dolayı mı helâk edeceksin?” demeyesiniz diye (doğruyu gösteren bütün yolları size açtık).
       174. Belki inkârdan dönerler diye ayetleri böyle ayrıntılı bir şekilde açıklıyoruz.
       175. Kendisine mesajlarımızı lütfettiğimiz halde onları bir kenara itip de şeytanın kendisini peşine taktığı ve böylece azgınlardan olan adamın (ibret verici) durumunu onlara anlat.

       Ayette adı geçen adamın Bel’am b. Bâura olduğunu söyleyenler ağırlıktadır. Bu adam, İsrailoğullarından, Yemen diyarından veya Ken’an ilinden Allah’ın dinini öğrenmiş, itibar gören, saygın, ilim, irfan sahibi bir mü’mindi. Etrafındakiler, duasının mutlaka kabul olduğuna inanırdı. Yaşadığı şehrin adamları Hz. Musa’nın getirdiği şeriata karşı çıkmışlardı. Hz. Musa ile savaşan bu adamlar Bel’am b. Baura’dan Hz. Musa ve ordusuna beddua etmesini istemişlerdi. O da havaya girerek ve ısrarlara dayanamayarak beddua etmişti. Bunun üzerine Baura Allah tarafından cezalandırılarak ne dediğini bilmeyen, kimsenin itibar etmediği geveze bir adama dönüşmüştü. Bazılarına göre de Medine’deki münafıkların liderlerinden “keşiş” Abdullah b. Amr’dır. Ya da bazılarının iddia ettiği gibi Ümeyye b. Ebi’s-Salt’tır. Bir sonraki ayette “onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik” ifadesi onun Hz. Peygamber zamanında yaşayabileceğine işaret etmektedir. Bu adam ister Hz. Musa zamanında yaşayan Bel’am olsun, isterse Hz. Muhammed zamanında yaşayan Abdullah b. Amr ya da başka herhangi biri. Burada örnek verilen kişi dünyalık çıkar için, Allah’ın dininden taviz veren ve dinin hükümlerini kafasına göre değiştiren insanları sembolize etmektedir.

       176. Eğer biz dileseydik, onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik. Ama o yere saplandı, arzu ve isteklerine uydu. Onun durumu; üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi başına bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. İşte ayetlerimizi yalanlayan topluluğun durumu böyledir. Artık gerçek olan haberi onlara aktar. Umulur ki düşünürler.
       177. Ayetlerimize gerekli ilgiyi göstermeyenlerin ve yaratılış gayesine aykırı hareket edenlerin durumu ne kötüdür.
       178. Allah kime yol gösterirse, gerçekten doğru yola erişen işte odur. O’nun (niyet ve eylemleri yüzünden) sapıklık içinde bıraktığı kimselere gelince; işte asıl ziyana uğrayanlar da onlardır!
       179. Andolsun ki, birçok görünen ve görünmeyen iradeli varlıkları (yaptıkları yüzünden) cehennemlik kıldık. Onların kalpleri var fakat (hakkı) anlamazlar, gözleri var fakat (gerçeği) görmezler, kulakları var fakat (doğruyu) duymazlar. Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan da sapıktırlar. Onlar gaflet içindedirler. Bkz. 25/44

“Cehennemlik kıldık” ifadesi, ilk bakışta insanın özgür iradesini ortadan kaldıran bir durum gibi görülse de Kur’an’daki muhtelif atıflara bakıldığında anlaşılıyor ki; Allah, hiç kimseyi yakmak için yaratmamıştır ve yaratmaz da. Bu Allah’ın şanına da azametine de yakışmaz. Aksine insanlar Allah’ın yol göstericiliğinde kemâle erdikten ve belli merhalelerden geçtikten sonra ebedi nimetlere mazhar olmak için yaratılmıştır. İnsan ebedi saadeti kazansın ve selamete ersin diye Allah, “affetmeyi ilke edinmiştir (En’am 6/12).” Ama insan kendisine uzanan bu ilahi rahmet elini inatla reddeder ve doğuştan kendisine lütfedilen yetenekleri hep şer yolda kullanırsa elbette ki ebedi nimetlerden mahrum olur.  Akıllarını ve duyularını Allah’ın Kur’an’da istediği şekilde kullanmayarak nefislerine tutsak olanların hayatları Allah’ın bilgisi dâhilinde olduğu için Allah, onları cehennem ehli olarak ifade etmektedir. Burada hayvanlara yapılan benzetmenin gerekçesi Furkan 25/44. ayetinde de açıklanmıştır. Hayvanlar sadece tabii ihtiyaçlarının sevkine bağlı, ahlakî sorumlulukları olmayan varlıklar olduğu için böyle bir benzetmede bulunulmuştur.

       180. En güzel (en iyi) sıfatlar Allah’a aittir. Öyleyse, o iyi sıfatlarla yalnız O’na dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın (onlardan uzak durun). Böyleleri yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır!

       En güzel sıfatlar anlamına gelen “Esmâ-u’l-husna” terkibi Kur’an’da bu ayetle beraber dört ayrı yerde geçmektedir. (İsra 17/110, Taha 20/8, Haşr 59/24). “En iyi sıfatlar (nitelikler) Allah’a aittir” anlamındadır. Bunlara “Allah’ın İsimleri” yerine “Allah’ın Sıfatları” demek daha doğru olur. Zira isim canlı, cansız bütün varlıkları ve kavramları sadece ifade etmek için kullanılır ama sıfat, varlıkları daha detaylı anlatır ve tanıtır, görev ve ödev bakımından varlığın özelliklerini bütün ayrıntılarıyla ortaya koyar. Örneğin, bir insanın isminin Kâmil olması onun kemâle erdiğini göstermez, sadece o kişinin bilinmesi için adının Kâmil olduğunu gösterir ama bir insanın sıfatının kâmil olması onun kemale erdiğini, emin olması onun güvenilirliğini ortaya koyar. Allah’ın isimlerinden birinin “Rahman” olduğunu bilmekle, O’nun merhametinin sınırsızlığını, varlık âlemi üzerindeki sonsuzluğunu bilmek ve buna inanmak ve bu inançla O’nun rahmetine sığınmak aynı şey değildir.
       “O iyi sıfatlarla yalnızca O’na dua edin” Yani O’na dua edeceğiniz zaman o sıfatların mahiyetini muhakeme ederek dilekte bulunun. Rızık isterken Yegâne rızık verenin O olduğunu düşünerek rızık isteyin, bağışlanmanız için bağışlayanın sadece Allah olduğunu dile getirerek yürekten dua edin. Bu sıfatları illa da Arapça söylemek gerekmez. Mesela herkes kendi konuştuğu ve anladığı dille, örneğin; “Ey Bağışlayan ve bağışlamayı seven!”, “Ey Merhamet eden ve merhameti sınırsız olan!”, Ey affeden ve affetmeyi ilke edinen!” şeklinde samimi ve içten dua ederse daha güzel olur.

       181. (Bunun yanında) yaratmış olduğumuz (insanlar) arasında (başkalarına daima) doğru yolu gösteren ve onun sayesinde adaletle davranan insanlar da vardır.
       182. Ama ayetlerimizi yalanlamaya kalkışan (ve onları ciddiye almayan, zulüm ve isyanlarıyla yeryüzünü fesada uğratan) kimselere gelince; onları, hiç bilmeyecekleri yerden adım adım felakete götüreceğiz. Bkz. 6/44-45

       Burada sadece inanmamak yok aynı zamanda küfrün ayakta kalması için zulüm var, baskı var, fitne var, nefsi önceleyip dünyada hüküm sürdürmek isteyen seküler anlayış var. İnsan haklarına ve temek özgürlüklere hayat hakkı yok. En’am suresi 6/44-45 ayetleri bu âyetin ikinci cümlesini ve bir sonraki âyeti açıklar niteliktedir. “Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca (önce) bütün nimetlerin kapılarını yüzlerine açtık, nihayet sahip oldukları (bol) nimetler yüzünden şımarıklığa/günaha kapıldıklarında kendilerini ansızın, kıskıvrak yakalayıverdik de bütün ümitleri suya düştü! Ve böylece, zulmeden (inkârda ve isyanda ısrar eden) o toplumların kökü kesildi…”

       183. Ben onlara (akıllarını başlarına devşirmek için) bir süre tanıyorum. Hiç şüphesiz benim düzenim sapasağlamdır. Bkz. 68/45
       184. Onlar düşünmediler mi ki (kendileriyle iç içe yaşamış olan) arkadaşlarında (resulde) delilikten eser yoktur. O, ancak apaçık bir uyarıcıdır. Bkz. 34/46, 81/22
       185. Onlar, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki mutlak egemenliğini, yarattığı bütün o nesneleri hiç göz önüne almıyorlar mı? Ve (sormuyorlar mı kendilerine) ya vakit erişip ecelleri gelmişse? Artık bundan (Kur’an’dan) sonra, başka hangi söze inanacaklar?
       186. Allah’ın, (kötü niyet ve eylemlerinden dolayı) sapıklıkta bıraktığı kimseler için (Allah’tan başka) yol gösterici yoktur. Allah onları azgınlıkları içinde bırakır, körü körüne yuvarlanır giderler.

       İnsanın inanmasının manevî ve ahlakî değeri, bu inancın tahakkümle değil, serbest ve özgür iradenin ürünü olmasına bağlıdır. Allah kimseyi inanmıyor diye sapıklıkta bırakmaz ve helâk etmez. Aksine bulunduğu kötü durumdan onu kurtarmak için bütün çıkış yollarını gösterir. Ama buna rağmen insan tercihini kötü yönde kullanmak isterse, işte o zaman bu seçime göre karşılık verir ve sapıklığa devam etmek isteyeni sapıklıkta bırakır.
     
        187. Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: “Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır ve zamanı geldiğinde onu ortaya çıkaracak olan sadece O’dur. (O gün) göklere ve yere bütün ağırlığıyla çökecek ve sizi mutlaka umulmadık bir anda yakalayacaktır.” Sanki sen (kıyametin ne zaman kopacağını) biliyormuşsun gibi sana (onun vaktini) soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi ancak Allah’ın katındadır. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.”

       188. (Ey Resul) de ki: “Allah dilemedikçe, kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil. Eğer insan kavrayışının ötesinde olanı bilseydim, muhakkak ki, kendime tüm güzelliklerden daha çok pay ayırmak isterdim ve bana kötülük de dokunmazdı. (Ama) ben sadece bir uyarıcıyım ve iman edecek bir topluma iyi haberler getiren müjdeleyiciyim.”

       Burada, Hz. Peygamberin nebi ve resul olmakla beraber diğer insanlar gibi bir beşer olduğuna, ona inanan ve onun yolundan gidenlerin onu Hz. İsa örneğinde olduğu gibi insanüstü bir varlık olarak görmemeleri gerektiğine işaret ediliyor. Peygamberi sevmek ve ona itaat etmek başka şeydir, onu insan üstü bir varlık olarak görmek ve sadece Allah’a has olan, gaybı bilmek gibi bazı olağanüstü özellikleri ona yüklemek başka şeydir. Hele içinden çıkılmayan konularda ve felaket zamanlarında “Medet Ya Resulellah!” diyerek çağrıda bulunmak çok daha başka bir şeydir. Ayette “her şeyin Allah’ın dilemesiyle olduğu anlatılıyor. “Kendime bir yarar sağlamak ya da kendimden bir zararı uzaklaştırmak benim elimde değil” diyen ve bunu ona Allah’ın söylettiği bir peygambere “insanların kurtulmasını, rahmetin tecellisini, alemlerin yaratılmasına vesile olmasını izafe etmek doğru olabilir mi? Peygamberin alemlere rahmetin vesilesi olması Kur’an ile olmuştur. Buradaki rahmet Hz. Muhammed’in kendisi değil, aldığı vazifedir ve bu vazifeyi icra ederken rehberi olan Kur’an’dır.
       “Kendime tüm güzelliklerden daha çok pay ayırmak isterdim” yani daha çok hayır yapabilmek ve insanlara faydalı olabilmek için elimdeki imkânları artırırdım. Böyle olunca da kötülüklerden uzak dururdum. Zira iyilikler çoğaldıkça doğal olarak kötülükler azalacaktır.

       189. Sizi tek bir candan yaratan, (sevgiyle) kadına meyletsin diye ona kendi özünden/cinsinden eşini var eden O’dur. Öyle ki, o eşini kucaklayınca, eşi (ilkin) hafif bir yük yüklenir (gebe kalır) ve bir müddet onu (karnında) taşır. Sonra (kadının) gebeliği ağırlaşınca, her ikisi birden Rableri Allah’a: “Bize gerçekten kusursuz bir (çocuk) bahşedersen, muhakkak ki sana şükreden kimselerden olacağız!” diye dua ederler. Bkz. 4/1, 6/98, 30/21, 39/6, 49/13

       Ayette geçen “kendi özünden” ifadesi, onun türünden şeklinde anlaşılmalıdır. Yani nasıl ki insan cinsinin erkek türü olan Âdem’i yarattı ise, yine aynı cinsten kadın türü olan eşi Havva’yı yarattı. Yani, Âdem’in eşini başka türden değil, kendisi gibi insan cinsinden meydana getirdi. Ancak bir sonraki ayetten anlıyoruz ki; bu nefis Âdem olabileceği gibi her insanın babası da olabilir. Konuyla ilgili olarak daha geniş bilgi için Bkz. Nisa 4/1, En’am 6/98, Rum 30/21, Zümer 39/6, Hucurat 49/13

       190. Ama (Allah) onlara iyi bir çocuk verince; kendilerine verdiği bu çocuk hakkında Allah’a ortaklar koşarlar. Allah, onların ortak koştuğu şeylerden münezzehtir.

       Müslümanlar çocuklarına “Abdullah, Abdurrahman” (Allah’ın kulu, Rahman’ın kulu) anlamlarına gelen isimler takarlardı. Müşrikler ise putlarına nispet ederek çocuklarına “Abdul-Menat, Abdul-Uzza” (Menat’ın kulu, Uzza’nın kulu) gibi isimler koyarlardı. Burada müşriklerin bu davranışı şiddetle kınanıyor. Ayrıca çocuklarını yaratanın, Allah olduğunu unutup, onların bir kısım dünyevi tedbirlerle meydana geldiğini söylerlerdi. Onun için erkek çocuğu olanı tebrik ederler, kızı olanı aşağılarlardı. Hele çocuğu olmayanı adam yerine koymazlardı.

       191. Bunlar hiçbir şey yaratamayan, tersine kendileri yaratılmış bulunan varlıkları mı (Allah’a) ortak koşuyorlar?
       192. Hâlbuki bunlar ne onlara yardım edebilir ne de kendilerine bir yardımları olabilir.
       193. Onları doğru yola çağırırsanız, size uymazlar. Çağırmanız da susmanız da onlar için birdir (çünkü onlar inanmamaya karar vermişlerdir).
       194. Allah’tan başka çağırıp, sığındığınız şeylerin hepsi, hiç şüphe yok ki sizler gibi yaratılmış varlıklardır. Eğer doğru sözlü kimselerseniz, haydi onları çağırın da davetinize icabet etsinler!
       195. Onların ayakları var mıdır ki onunla yürüsünler? Elleri var mıdır ki onunla tutsunlar? Gözleri var mıdır ki onunla görsünler? Kulakları var mıdır ki onunla işitsinler? De ki: “Çağırın ortaklarınızı da elinizden gelirse, bana tuzak kurun ve göz açtırmayın.”
       196. Doğrusu benim koruyucum bu Kitab’ı indiren Allah’tır. Zira O, dürüst ve erdemli olanların koruyucusudur.
       197. O’ndan başka taptıklarınız size yardım edemediği gibi kendilerine de yardım edemezler.
       198. Sen onları, doğru yola çağırsan da kulak vermezler. Sen onların sana baktıklarını sanırsın, hâlbuki onlar görmezler.
       199. (Ey Resul!) Sen affetmeyi ve müsamahayı esas al. İyiyi ve güzeli emret, cahillerden uzak dur (onlara aldırış etme)!

       Burada, hitap doğrudan Hz. Peygamber’e yapılıyor olsa da “sen” hitabı Kur’an’a bağlılık gösteren herkese, dolayısıyla her çağda bütün Müslümanlara yöneliktir. Bu ayette, İslam’ı tebliğ için yola çıkanların uygulayacakları metot hakkında adeta yol haritası veriliyor. Öncelikle İrşad vazifesini üstlenen Müslümanın bütün tepkilere karşı vakarlı, anlayışlı, müsamahakâr ve affedici olması gerektiği vurgulanıyor. Çünkü insan, doğal güdü ve sezgileriyle yaşayan diğer bütün yaratıklardan farklı olarak özgür ve ahlaki bir iradeye sahiptir. Dayatma, zorlama ve baskı ile terbiye edilecek bir varlık değildir. Şartlar ne olursa olsun her zaman iyi ve güzel, doğru ve yanlış hoş bir üslupla ona anlatılmalıdır. A. İmran 3/159’da “Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, kuşkusuz çevrenden uzaklaşırlardı” fermanı da kabalık ve baskıdan uzak bir yöntemin insan için en doğru yol olacağını işaret etmektedir.
       “Cahillerden uzak dur!” emri; onlara temkinli yaklaş, ihtiyatlı davran, meclislerinde fazla kalma, onlarla beraber olma, onların seviyesine inmeyi tevazu olarak görme, onlarla çok konuşma, arkadaşlık kurma, dost olma anlamındadır. Cehalet, kendi bildiğinin dışında bir bilgi ve düzey olduğunu bilmemektir. Cehalet bilmediğini bilmemektir, kindir, inattır, kibirdir, sefalettir, bağnazlıktır, yobazlıktır, vurdumduymazlıktır. Yoksulluğun, karanlığın, şiddetin, nefretin, hasedin en âlâsıdır cehalet. Bu bakımdan Kur’an cahilliği ortadan kaldırmak için seferberlik ilan emiş ve cahil kalan ve kalmak isteyenlerle ilişki konusunda ciddi prensipler ortaya koymuştur. Bunlardan bağlayıcı cümle olarak ayet sonlarında gelenlerden birkaç örnek: “Ben cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” (Bakara 2/67), “Sakın cahillerden olma!” (En’am 6/35), “Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim!” (Hud 11/46), “Biz cahillerle bir arada olmak istemeyiz” (Kasas 28/55)

       200. Ve eğer Şeytandan bir kışkırtı/vesvese seni sürükleyecek olursa (hemen) Allah’a sığın ve bil ki O (her şeyi) hakkıyla işiten, (her şeyi) hakkıyla bilendir. Bkz. 23/97, 41/36
       201. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayan (dürüst ve erdemli insan)lara şeytandan bir vesvese dokununca, hemen (ilahi öğretileri) hatırlarlar (ve şeytana uymamak için) gözlerini açarlar.
       202. (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürükler, sonra da yakalarını bırakmazlar.

       Tıpkı psikoaktif maddelere kendini kaptıran madde bağımlısı gibi, yaratılış safiyetinden uzaklaşarak her geçen gün gafletin tesir alanında kötüleri kendi bakış açısına göre iyi görerek şeytanın esiri olanlar bir daha kolay kolay yakalarını kurtarıp özgürlüklerine kavuşamazlar.

       203. Ve sen (ey Resul,) onlara (kendi isteklerine göre) bir âyet getirmediğin zaman: “Madem Rabbin bizim arzularımıza göre ayet göndermiyor, bari) sen derleyip getirseydin ya!” derler. De ki: “Ben sadece Rabbim tarafından bana vahyolunan her neyse, ona uyarım. Bu (Kur’an), inanmak isteyen bir toplum için Rabbinizin katından bahşedilmiş bir kavrama yöntemi, bir yol gösterici ve bir rahmettir.”
       204. Bunun içindir ki, Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun (başka şeyler konuşmayın) ki (onun öğütlerini anlayarak) merhamete nail olasınız.

       Kur’an bir rahmet kaynağıdır. Bu kaynaktan faydalanmak için okunduğu zaman bütün konuşmaları keserek onu can kulağıyla dinlemek, düşünmek ve dinlediklerimizi de anlamak zorundayız. Ne dediğini anlamaksızın ve okunanların ne anlama geldiğini bilmeksizin onu dinlemek geçici olarak zihinsel rahatlama sağlayabilir, hele de güzel sesli biri tarafından okunduğu zaman stresi ve yorgunluğu azaltma ve ruh halini iyileştirme gibi geçici katkıları olabilir. Ama Kur’an’ın geliş amacı ve ayet metinlerinin okunuş gayesi bu değildir. Onun misyonu; bütün insanlığı dünya ve ahiret saadetine taşıyacak ilkeleri ortaya koyarak maneviyat ve ahlak seviyesi yüksek erdemli, onurlu, vakarlı, tutarlı ve kararlı bir toplum yetiştirmektir. Kur’an böyle bir amaca hizmet için okunmalı ve okunan mesajlar da mutlaka hayata geçirilmelidir ki Kur’an amacına ulaşmış olsun.

       205. Rabbini gönülden yalvararak (Allah’ın yüceliği karşısında eğilerek), ürperti ve duyarlılık içinde (acziyetini ifade ederek), sesini yükseltmeden sabah akşam (her zaman) zikret ve sakın umursamaz kimselerden olma! Bkz. 7/55 ve dipnotu. 17/110, 76/25
       206. Bil ki, Rabbine yakın olanlar, O’na kulluk etmekten asla kibre kapılmazlar. O’nu tesbih ederler (hayatı O’nunla anlamlandırırlar) ve yalnızca O’na secde ederler.

       “Yalnızca O’na secde ederler” yani kendisini Rabbinin kural ve ilkelerinin dışına çıkartacak hiçbir kişi, kurum veya güce biat etmezler anlamında ifade edilmiştir.